18 Ekim 2017 Çarşamba

Bisikletle Asya Seyahati



BİSİKLETLE ASYA SEYAHATİ


İKİ AMERİKALI ÖĞRENCİNİN İSTANBUL’DAN PEKİN’E YOLCULUĞU


THOMAS GASKELL ALLEN, JR.
&
WILLIAM LEWIS SACHTLEBEN
Çeviren: Engin Noyan





DÜŞÜNCELERİ VE TEMENNİLERİYLE GEZİMİZDE HER ZAMAN YANIMIZDA OLAN AİLEMİZE





ÖNSÖZ


Bu kitap, dünya çevresinde gerçekleştirdiğimiz Asya seyahatinin en ilginç kısımlarını betimleyen taslak serilerinden oluşmaktadır. Bisiklet üzerinde yaptığımız 15,044 mil (yaklaşık 24,210 km) şu ana kadar dünya üzerinde gerçekleştirilmiş mütemadiyen en uzun süreli kara seyahati olsa da bisiklet yolculuğumuzda böylesi bir “rekor” kırmak için herhangi bir arzuyla pedalları çevirmeye başlamadık.


Washington Üniversitesinden mezun olduğumuz günün ertesinde bu kentten ayrılarak New York’a geçmiş, oradan da 23 Haziran 1890 tarihinde Liverpool’a doğru deniz yolculuğuna başlamıştık. Sadece 20 gün eksikle, 3 yıl sonra da dünyanın etrafında bir tur atmış olarak bisikletlerimizle New York’a ulaştık.


Bisiklet yolculuğumuz Liverpool’da başladı. Britanya Adalarındaki daha önceden pek çok defa geçilmiş yolları izleyerek Avrupa, Asya ve Amerika boyunca kat edeceğimiz yolculuğumuzun planlarını tasarlayacağımız Londra’ya ulaştık. Böylesi bir yolculukta pedal çevireceğimiz en tehlikeli bölgelerin Batı Çin, Gobi Çölü ve Orta Çin olduğu bize söylenmişti. Marco Polo’dan bu yana hiç bir Avrupalı seyyah Çin İmparatorluğunu batıdan Pekin’e kadar kat etmekte başarı gösterememiş.  
Kanalı geçerek Normandiya’dan Paris’e pedallayıp, batı Fransa’nın ovaları boyunca Bordeaux’ya, az rakımlı Alplerden doğuya doğru Marseilles’e ve Riviera boyunca İtalya’ya bisikletlerimizi sürdük. Yarımadadaki bütün önemli kentleri ziyaret ettikten sonra 1890 yılının son günü Yunanistan’daki Korfu Adasına geçmek için Brindisi liman kentinden İtalya’yı terk ettik. Bu adadan da Patras’a geçip Korint Körfezi boyunca ilerleyerek kışı geçireceğimiz Atina’ya ulaştık. Bahar zamanı da deniz yoluyla İstanbul’a varıp Nisan ayında İstanbul Boğazını geçerek ileriki sayfalarda betimlenen uzun yolculuğumuza başladık. Seyahatimizi nihayet Çin’de sonlandırdığımızda Japonya’ya ulaşmak için Şanghay’da deniz yolu üzerinden hareket ettik. Oradan da San Francisco’ya doğru yol alarak 1892 yılının yılbaşı gecesi buraya ulaştık. 3 hafta sonra yeniden bisikletlerimize atlayarak Arizona yolu üzerinden New Mexico, Teksas ve New York’a ulaştık.  


Bütün yolculuğumuz boyunca ne bir rehber ne de bir tercüman tuttuk. Bu nedenle kat ettiğimiz her bir ülkenin dilini az biraz öğrenmek zorunda kaldık. Bağımsız kalma isteğimiz bu açıdan belki de yolculuğumuzun zorluklarını artırdı, ama kesin olan şu ki aradığımız amaca çok daha fazla katkıda bulundu. Amacımız, yeni ve yabancı insanlarla yakın bir temas kurabilmekti.  


Yolculuğumuz süresince 2500’den daha fazla fotoğraf çektik. Bunlardan bazıları bu kitabın görsellerinde yer alması için seçilerek yeniden üretildi.






İÇİNDEKİLER                                          

I. İSTANBUL BOĞAZI’NIN ÖTESİ

II. AĞRI DAĞI’NA ÇIKIŞ

III. İRAN’DAN SEMERKANT’A DOĞRU

IV. SEMERKANT’TAN GULCA’YA BİR YOLCULUK

V. GOBİ ÇÖLÜ VE ÇİN SEDDİ’NİN BATI KAPISI BOYUNCA

VI. ÇİN BAŞBAKANI İLE BİR GÖRÜŞME




I


İSTANBUL BOĞAZI’NIN ÖTESİ


Nisan ayının erken sayılan bir sabah vakti küçük bir feribot bizi İstanbul’un boğazı boyunca taşıyarak Haydarpaşa İskelesine yanaştı. Yunan, Ermeni, Türk ve İtalyanlardan oluşan gürültülü bir kalabalık arasında bisikletlerimizi borda iskelesi boyunca itekleyerek bizim için İstanbul’dan Pasifik’e kadar 11265 kilometre sürecek kara yolculuğunun başlangıç noktasına gelmiş olduk. Haliç’te süzülen feribotu çevreleyen sabah sisi boyunca direk ucunda dalgalanan “yıldızlar ve şeritler”, yaklaşık 2 yıl boyunca batı medeniyetinin konforundan ayrı kalacak bu iki yeni mezun Amerikalı öğrenciye cesaret vererek elveda demekteydi.


Ermeni bir doktor bizi İstanbul’da misafir olarak kabul ederken 12 yaşındaki küçük oğlu da İzmit yoluna kadar bizim rehberimiz olmuştu. Bir müddet hızlı adımlarla bize eşlik ettikten sonra ellerimizi ellerine alıp sıkarak çocuksu bir içtenlikle “Umarım Tanrı yardımcınız olur” dedi. Böylesi bir temennide bulunmasının nedeni yağmacılar tarafından uygulanan soygun ve katliamlara dair Ermeniler arasındaki popüler düşünceye onun da sahip olmasıydı.    


Dünyanın etrafında gerçekleşecek bir seyahat fikrini teorik eğitimimizi sonlandıracak bir uygulama olarak algılamıştık. Bisikleti de bu amaca ulaşabilmek için sadece bir araç olarak kullandık. Londra’ya varırken planımızı şekillendirmiştik bile. Yolculuğumuz daha uygar kıyı hattının etekleri boyunca değil de Asya kıtasının kalbine doğru olacaktı. Rusya ve Orta Asya seyahatimiz boyunca ihtiyaç duyacağımız pasaport ve diğer belgeler için bize yapılan tavsiye, Rusya topraklarına İran’dan giriş yapmadan önce Tahran’a vardığımızda Çar’ın oradaki temsilcisine bu belgeler için başvuru yapmak şeklindeydi. Bunun için Londra’daki Rus yetkili bize referans mektubu hazırlamıştı. Ayrıca, Londra’daki Çin sekreterliği yetkilisi ise, bir İskoçyalı idi, her ne kadar en başından beri bizi amacımızdan vazgeçirmeye çok çabalamış da olsa Çin İmparatorluğu boyunca kat edeceğimiz olası yolları harita üzerinde belirlemede bize yardımcı oldu. Çin için gerekli olan pasaport içinse Çin yetkilinin kendisine başvurulmuştu. Tokat yer gibi aldığımız sert cevap, resmi bir kibarlıkta da olsa, eleştiri tonluydu. Çin yetkili şöyle diyordu: “Batı Çin kanun dışı çetelerle kaplıdır ve halk ise yabancılara karşı pek de sıcak duygular beslemez. Sizin bu sıra dışı seyahat etme haliniz, doğası gereği meraklı ve batıl inançlı bir halkın elinde sizi tehlikeye sokmasa bile sıkıntıya maruz bırakacaktır.” Kimi kusurları yansıttıktan sonra ekledi: “Ancak, eğer ülkeniz yetkilisi bir pasaport için ricada bulunacak olurlarsa ne yapılabileceğine bir bakarız. Sizin için en fazla yapabileceğim resmi yetkililerden koruma ve yardım istemek olacaktır yalnızca. Ama halkın kendisi için bir şey diyemem. Eğer bu ülkeye girmek istiyorsanız risk tamamen size aittir.” Ertesi sabah Amerikan elçiliğini ziyaret ettiğimizde Büyükelçi Lincoln özel ofisindeydi. Uzun süre bizim planlarımızı dinledikten sonra çantasından büyükçe bir atlası çıkartarak kat etmeyi teklif ettiğimiz rota üzerinde bizimle birlikte göz gezdirdi. Planımıza başarı şansı vermeyerek şu endişesini dile getirdi: Eğer size resmi bir yardımda bulunacak olursam, eğer yolculuğunuz mutsuz bir sonla biterse bir ölçüde sonuçtan da sorumlu olacağım. Ailelerimizin rızasından emin olduktan ve ne pahasına olursa olsun böylesi bir seyahati gerçekleştirme kararlılığımıza şahit olduktan sonra kalemini çıkararak Çin elçiliğine bir mektup yazmaya başladı. Mektubu kaleme almayı bitirdiğinde bize okuyup şöyle dedi: “Böylesi bir mektubu yazmamış olmayı dilerdim.” Bay Lincoln’ün mektubuna cevaben Çin elçiliğinden aldığımız belgelerin ne kadar gerekli olduklarını bir buçuk yıl sonra batı uygarlığının son noktasını arkamızda bırakıp Gobi Çölüne daldığımızda görülecekti. Londra’da son ziyaretimizi İran elçiliğine yaptığımızda bisikletlerimizi ve bagajımızı görmek isteyen elçilik yetkilisi Tahran’daki arkadaşlarına bizim için mektup yazma niyetini sergilediğinde ve de bu başkente doğru Avrupa boyunca pedal çevirdikten sonra artık gerçekten bir turda olduğumuzu hissetmiştik.


Transboğaziçi demir yolunun açılışından sonra İzmit’e kadar uzanan vagon yolu ve hatta daha ötedeki Ankara askeri kara yolu hızla kullanılmaz bir hale gelmişti. Bu yollar Nisan ayında neredeyse tamamen bisikletlerimiz için sürülemez bir durumdaydı, bu yüzden yolun daha büyük bir kısmı için demir yolu hattını takip etmek zorunda kaldık. Tıpkı İtalya yarımadasının eteklerindeki demir yolu ve Saronik Körfezi boyunca uzanan Patras-Atina hattı gibi bu Transboğaziçi hattı da uzun bir mesafe boyunca İzmit Körfezinde uzanan uçurumları tüneller ile aşmaktaydı. Bazen de denize o kadar yakın ilerliyordu ki Türklerin deyimiyle kara vapur’un savurduğu kara dumanlar gürüldeyen dalgalarda yitip gitmekteydi. Üsküdar ve İzmit arasında gördüğümüz tarımsal araziler Asya Türkiyesi boyunca kat ettiğimiz arazilerden daha iyi durumdaydı. Verimli toprak ile bu toprağın beslediği bereketli ağaçlar, sonradan öğrendiğimize göre, ülkenin iç bölgelerindeki bakir platolar ve dağlarla sıra dışı bir karşıtlık oluşturmaktaydı. Öyle ki iç bölgelerin büyük kısmı Arabistan çölleri kadar ıssızdı. Anadolu, yüzölçümü olarak Fransa kadar bir alana sahip olsa da ırmaklarının su kapasitesi Fransa’nın yalnızca üçte biri seviyesindedir.




Anadolu’nun dönüşümünde başlıca etkenlerden biri de demir yollarıdır, öyle ki yerli halk bu yeni yolları sıra dışı bir istekle karşılarken lokomotif, yarımadadaki 160 bin deveden oluşan karavan ticaretiyle rekabet içerisindedir. Ankara kara yolundan ayrıldığımız Geyve, Transboğaziçi demir yolunun en son istasyonuydu. Geyve’de “çöl gemileri” kargolarını “kara vapur”lara aktarıyorlardı. Eskiden deve kervanları Boğaziçi’ne kadar devam ediyormuş.


Bizim ziyaret ettiğimiz yılda Transboğaziçi hattı inşa halindeydi ve yapımı Sultan’ın doğrudan himayesi altında bir Alman firması tarafından yürütülüyordu. Yerli halktan kimilerine Sultan’ın böylesi devasa bir planı tamamlayacak yeterli fona sahip olup olmadığı hakkında ne düşündüklerini sormaya cesaret ettiğimizde bize derin bir saygıyla şöyle cevap verdiler:
“Tanrı, Padişah’a o kadar çok mülk ve güç vermiştir ki, kullanması için de çokça para vermiş olmalı.






KATIRCI ÇOCUKLAR “ŞEYTAN ARABASI”NI İNCELİYOR



Boğaziçi’nden beri bir haftadır çevirdiğimiz pedal bizi Ankara platosunun eteklerinde yer alan kıraç ve rengârenk tepelerin arasından Allah Dağının ötesine kadar getirdi. Bu süreçte antik Nikomedia’yı ve Diocletianus'un başkentini, yani İzmit’i çoktan geçmiş, Sakarya’nın sık ormanlarla kaplı vadisini arkamızda bırakmıştık.  Bu kentin eteklerinde “Bitinya tepelerinin akıncıları” 400 çadır kurarak Osmanlı İmparatorluğunun temellerini atmışlardı. Geyve’den ayrıldıktan sonra Sadrazamın mektuplarında dile getirdiği arzularını gerçekleştirme kaygısıyla hareket eden yetkililer kimi zaman bize eşlik etmesi için zorla zaptiye vermekteydiler. Kırsal kesimin konuk evlerinden ayrılırken omzunda sallanan Winchester bir tüfek ve yanındaki çevik bir at ile bizi bekleyen bir zaptiye ile sıklıkla karşılaşıyorduk. Bizi görür görmez atına binerek meraktan bir araya toplanmış kalabalığı yarmaktaydı. Yerli halkın bütün şaşkınlığı ile bizim zaptiyenin çokça tatmin olmuş havası arasında hızlı bir şekilde köy ya da kasabanın sokaklarında ilerliyorduk. Atı yorgun olmadığı ya da biz köyde gözden kaybolmadıkça “Gel çabuk” diye bağırarak bizi yönlendirmekteydi. Kötü bir yol ya da dik bir rampa bizi bisikletlerimizden inmek zorunda bıraktığında atını yürüterek bir sigara sarmakta ve bisikletimiz ile atı arasında haksız karşılaştırmalar yapmaktaydı. Ama diğer yandan bir yokuşa vardığımızda ya da oldukça uzun bir yol şeridine ulaştığımızda sesinin tonu değişmekteydi. O zaman, önümüze geçebilmek için kısa yoldan atını sürmekte ya da arkamızdan avazı çıktığı kadar “Yavaş yavaş” diye bağırmaktaydı. Bütüne bakıldığında bu zaptiyeler iyi ve bize eşlik edebilecek nitelikte insanlardı. Gerçi en nihayetinde bahşiş vermeye zorlansak da saati bir kuruşa korunmamızı sağlıyorduk. Basit ve hatta oldukça az yemeğimizi sıklıkla onlarla paylaşmakta, karşılığında da alışverişlerimizde ve yüklerimizde onlardan yardım alıyorduk. Gördüğümüz o ki neredeyse tamamen yazılı olmayan bir hukuka dayanan sözleriyle halkla ilişki kuruyorlardı. Irmakları geçerken derinlikten dolayı giysilerin çıkartılması gerektiğinde küçük kızgın atlarının arkasına bizi alarak ve omuzlarına da bisikletleri yüklenerek bize çok büyük yardımları oldu. Bir hükümet temsilcisi tarafından eşlik edilmenin gerekliliğini bize göstererek her fırsatı değerlendirdiler. Yolun kimi ıssız kısımlarında ya da alaca karanlık bir gecenin akıl çelen sessizliğinde bizim Donkişotlar etraflarına gizemli bakışlar atacak, Winchester tüfeğini omuzlarından alıp eyerine geçirip hayali düşmanla karşılaşmak için saldırıya geçecekti. Ama biz zarar görenden çok zarar verendik. Çünkü, en dikkatli olduğumuz anda bile bisikletlerimiz yol boyunca kimi zaman bir panik durumuna ya da kervanlar arasında kaçışmalara neden oluyor, biz de sık sık yükleri yeniden yerlerine yerleştirmelerine üzülerek yardım ediyorduk. Böylesi durumlarda kendini beğenmiş kavalyemiz atının üzerinden inmeyerek bir sigara sarıp yakıyor ve mağrur bir halde gülümsüyordu.

BİSİKLETLERİMİZİ GÖRÜNCE ATLARI KAÇMAYA ÇALIŞAN TÜRK’E YARDIM EDİYORUZ


12 Nisan sabahında böylesi askeri destekçilerden birinin eşliğinde Ankara platosuna vardık. Yörük çobanları ve onların yarı vahşi canavar köpekleri, ki bu köpeklerin yarı vahşi doğaları araziyi istila eden çakallarla mücadele etmede uygundu, gözetimindeki meşhur Ankara keçilerinden, karamanlı ve şişman kuyruklu koyunlardan oluşan sürü baharla yeşeren otlaklarda beslenmekteydi. Konaklayacağımız yere çok yaklaşmıştık ki çobanlar, ansızın üzerimize doğru gelen çakalları kontrol edememiş ve biz de kendimizi savunmak için tabancalarımızı çekmiştik. Bu yörükler Türk köylüsünün göçebe kısmıydı. Mağaralarda ya da kabaca inşa edilmiş barakalarda yaşarlar, konak yerlerini arzularına ya da otlak arazinin bitimine göre değiştirirlerdi. Kıyafetleri hem stil hem de materyal açısından en ilkel haldeydi. Pantolon ve başlıkları koyun derisinden, ceketleri ise kıvrımlı buğday samanından yapılmaydı. Yörüklerin aksine, arazinin yerleşik köylülerine Türk denmekteydi. Türkler, bu terimi yani Türk kelimesini, ki köylü ya da kaba insan anlamına gelmekteydi, alay etme ve küçümsemenin haricinde asla kendileri için kullanmazlar, kendilerinden her zaman “Osmanlı” olarak bahsederlerdi.


Ankara yününün upuzun oluşu, ki kimi zaman yaklaşık 20 santimetreye kadar ulaşır, sadece bu bölgeye özel iklim nedeniyledir. Aynı keçiler başka yere götürülse yünler bu kadar uzamaz. Hatta Ankara kedi ve köpekleri de onları kaplayan yünlerin sıra dışı uzunluğuyla dikkat çekicidir. Ankara’ya yaklaşırken inişli çıkışlı plato üzerinde yüksek bir hızla yarışmaktaydık. Bize eşlik eden zaptiyemiz yorgun atıyla beraber belirsiz bir mesafede gözden kaybolmaya başlamış ve bir daha da onu hiç görmemiştik. Bu zaptiye sonraki haftalar da dahil olmak üzere güvenliğimizi sağlayan son kişiydi, çünkü vardığımız karara göre bir koruma ile yol almak bizi gerçekten yavaşlatmaktaydı. Ama Erzurum’a ulaştığımızda vali, Eleşkirt bölgesine korumasız girmemize izin vermeyi reddedince bir kişinin bize eşlik etmesini kabul etmek zorunda kaldık.


Şimdi tarihi bir yerdeydik. Sağımızda, Sakarya Irmağının suladığı Yassıhöyük adında küçük bir köy yer almakta. Öyle ki bu köy hem zamanın Frigya Kralı Midas’ın tarihi tahtına oturduğu hem de Büyük İskender’in kılıcıyla Gordion düğümünü keserek dünyayı yönetmeye hakkı olduğunu gösteren yerdir. Şu an üzerinden geçtiğimiz bu ovada büyük Tatar komutan Timur, I. Bayezıd ile hafızalara kazınmış bir savaşa tutuşarak Osmanlı fatihini nihayetinde tutsak etmiş. Asya, Lidya’nın küçük kıyı bölgesine isim olarak verildiğinden beri insanlık tarihindeki en büyük olayların sahnesi olagelmiştir.


ANKARALI BİR ÇOBAN


Biz şehrin içine doğru yol aldıkça modern Ankara’nın çamurdan eski evleri onun tarihi kalesinin kiklopik duvarları ile çok güçlü bir farklılık göstermekteydi. Ankara’da iki gün geçirdikten sonra Yozgat üzerinden Sivas’a doğrudan giden yoldan saparak Kayseri’yi görmek için bu şehre yöneldik. Ankara’nın ilerici valisinin çabalarıyla bu noktaya kadar olan şose yol yapım aşamasındaydı. Kırşehir’e kadar olan yol ise daha önceden tamamlanmış durumdaydı. İç kesimde yer alan bir şehire göre sıra dışı bir verimlilik ve bolluk ile çevrelenmiş de olsa yüksek olmayan çamur evler ve ağaçsız sokaklar tıpkı Asya Türkiyesi’ndeki her köy ya da şehri karakterize eden susuz ve acı dolu tek tip görünümü Kırşehir’e de yaşatmaktaydı. 



1. ANKARA’DAKİ EVCİL HAYVANLARINI BESLEYEN İNGİLİZ ELÇİ
2. DEVE KERVANINI GEÇERKEN
3. ANADOLU’DA SABAN SÜREN BİR KÖYLÜ



BİR KARŞILAŞMA


Ninova’nın mermer yapıları değil de Babil’in çamur yapıları Türk mimarisine model olmuş gibi görünüyor. Gördüğümüz Türkler çamur ve saman karışımı tuğlaları ev yapımında kullanırken zeminde çok miktarda bulunan kaya kütlesi ve mermer levhaları arasında yer alan işe yaramaz kısımları tuğlaların yapımı amacıyla temizliyorlardı. Az sayıdaki hükümet binası ile bir kısmı özel ve de büyük olan malikâneler beyaz samandan bir örtüyle güçlendiriliyor, kimi zaman da ılık bahar yağmurları çamurdan yapılma damda otların bitmesine neden olduğundan bu otlar ailenin keçisi için sıklıkla çayır görevini görüyordu. Her şey, özellikle de kapı aralıkları basık tavanlı ve kısaydı. Bir yabancı başını böylesi bir yere vurup da neden bu şekilde bir mimariye sahip olduğunu sorduğunda karşılaşacağı kesin cevap “âdet”tir. Âdet, Doğu ve Türkiye’de bütün etkiler arasında en güçlü olanıdır.


TÜRKLERE AİT BİR UN DEĞİRMENİ


Kırşehir’de diğer her yerdekine benzer bir şekilde karşılandık. Yaklaştığımızı gördüklerinde ilk olarak birkaç atlı adam bizim tuhaf atlarımıza bakmak için çıkageldiler. Bir yarış için bize meydan okuyup şehrin sokaklarına doğru hızlı ve enerji gerektiren bir yarışa başladılar. Henüz hana varmadan bisikletlerimizden inmeye zorlandık. “Bin! bin!” bağırışları etrafımızı sarmıştı. Böylesi zor bir durumda “mümkün değil” diye açıklama yaptığımızda önümüzdeki kalabalık birkaç metre açıldı ve “bin bakalım” diye yeniden bağırmaya başladılar. Kimisi de alelacele yanımıza koşarak binebilmemiz için bisikletleri tutmuşlardı. Israrcı yardımcılarımıza bu şekilde bize yardımcı olamadıklarını büyük bir zorlukla açıklamaya çalıştık. Hana vardığımızda kalabalık neredeyse kızgın bir hal almıştı. Birbirlerini itiyor, deviriyor ve görünürdeki herkes “şeytanın arabaları burada” diye birbirine bağırıyordu. Hancı gürültüden dolayı dışarı çıktığında bu kızgın kalabalığın sadece meraktan dolayı bu şekilde davrandıklarını hancıyı ikna etmek zorunda kaldık. İçeri girip bisikletlerimizi girişe bırakır bırakmaz hanın kapısı sürgülenip güçlendirildi. İnsanlar pencerelere akın etmişti. Hancı bize kahve hazırlarken biz de etrafımızdaki bu şaşırtıcı hareketleri izlemek ve neler olup bittiğine cevap vermek için artık oturmuştuk. Hancının arkadaşlık ayrıcalığına sahip olanlar bizimle aynı odaya kabul görerek dışarıdaki şanssız kardeşlerinin çocuksu meraklarına karşı nutuk atmaya başlamışlardı. Odamızdaki bu kişilerin merakları açıkça görünüyordu. Kıyafetlerimiz, hatta saçlarımız ve yüzümüz dikkatle inceleniyordu. Günün olaylarını not defterimize yazmak istediğimizde daha önceden hiç olmadığı kadar kalabalık bir şekilde yanımıza yaklaştılar. Mürekkepli kalemimiz onlar için ayrı bir merak konusuydu. Kalem elden ele dolaşırken biz de ona dair uzun uzun açıklamalar ve yorumlar yapıyorduk.        


Kameramız ise onlar için “gizemli” bir kara kutuydu. Kimisi bunun bir teleskop olduğunu, ki hakkında sadece belirsiz bir düşünceleri vardı; diğerleri ise bu kutunun içerisinde bizim paramızın yer aldığını söylüyordu. Gelgelelim Asya Türkiyesi’ni gösteren haritamız bütün her şeyden daha fazla meraklarını çekti. Haritadaki kasaba ve şehirleri göstermeye başladığımızda kaygı dolu bir merakla haritayı yere serdiler. Şimdiye kadar bulunduğumuz yerlerin nerede olduklarını nasıl dile getirebilirdik ki?  Hatta buraların isimlerini nasıl bilebilirdik? İşte bu gerçekten harikaydı! Harita üzerinde yolculuğumuz süresince nerelerde bulunduğumuzu ve nereye doğru gittiğimizi gösterip sonra da evden çıkıp da her zaman doğu yönünde hareket ettiğimizde en nihayetinde batıdaki başlangıç noktamıza nasıl ulaşabileceğimizi onlara göstermeye çalıştık. Aralarında daha zeki olanı ne düşündüğümüzü kavradı. Diğerleri de “Dünyanın etrafında” diye tekrar tekrar şaşkın bir ifadeyle yinelediler.


İhtiyaç duyduğumuz yardım en sonunda Osman Bey’in habercisi aracılığıyla gelmişti. Habercinin taşıdığı iletide Ankara vilayetinin tarımdan sorumlu genel müfettişi olan Osman Bey bizi akşam yemeğine davet ediyordu. İletide İstanbul basını aracılığıyla maceramızdan önceden haberdar olduğunu ve bizimle tanışmak istediğini dile getirmişti. Fransızca yazılmış notu onun Avrupa eğitimi almış biri olduğunu göstermekteydi. Yarım saat sonra Osman Bey’le el sıkıştığımızda onun Avrupa, yani Arnavut kökenli bir Yunan olduğunu, Ankara’daki valiyle de kuzen olduğunu öğrenmiştik. Bize iki iblisin ülke boyunca gezdiğine dair bir söylentinin dolaştığından bahsetti. Yediğimiz akşam yemeği tatlı ve ekşinin o uygunsuz Türk mutfağı karışımlarından biriydi. Yemek esnasında ev sahibinin çaldığı antik bir el enstrümanından çıkan hüzünlü müzik de hiçbir şekilde bizi rahatlatmamıştı.         


ANADOLU’DA BİR DEĞİRMEN


Geç bir saatte hana dönmemize rağmen herkes hâlâ ayaktaydı. Uyumamız gereken oda, bu arada handa sadece bir oda vardı, başıboş bir kalabalıkla ve tütün dumanıyla dolup taşmıştı. Bu kalabalıktan kimileri bizdeki satranç ve tavla benzeri oyunlar oynuyor, diğerleri onları izliyor ve hepsi birden nargile fokurdatıyorlardı. Bisikletlerimiz kilit altına alınmış, dolayısıyla meraklı kalabalık da yavaşça seyrelmişti. Kıyafetlerimizle uzandığımız yatakta bilincimizi kaybederek uyumaya çalışırken akşamki yediğimiz Türk yemeği, tütün dumanı ve kavgacı oyunbazların gürültüsünden gözümüze uyku giremedi. Vakit gece yarısı olduğunda ansızın bir topun patlamasıyla Ramazan ayının ortasında olduğumuzu fark etmiştik. Ağır aksak adımların davul çalıp üflemeli bir enstrümandan çıkardıkları ağlamaklı sesler geceye karışmaktaydı. Adımlar yaklaştıkça ses de artıyordu. İç kapıya kadar dayanan sesler bir müddet burada da çalmaya devam etti. Ramazan orucu, Kuran’ın Hz. Muhammed’e vahiy edilmesinin anılmasıydı. Bu oruç ayın dört evresi boyunca sürmektedir. Günün aydınlanmasından itibaren ya da Kuran’da anlatıldığı gibi söylenirse “karanlıktan aydınlığa geçişi fark ettiğiniz andan” itibaren hiç bir iyi Müslüman ne yiyecektir ne de içecektir. Gece yarısı olduğunda camiler aydınlatılıyor, müzik grupları bütün gece boyunca sokaklarda dolaşarak birbirine karışan yüksek tonda ezgileri çalıyorlardı. Gün batımında patlayan bir topla orucun bozulma anı duyurularak akşam yemeği yeniyor, diğer bir top da gece yarısı patlatılarak kahvaltı hazırlığı için insanlar uyandırılıyor ve gün içerisinde duyulan son top sesiyle de orucun sürmekte olduğu işareti veriliyordu. Oruç tutmak gün boyunca çalışmak zorunda kalan yoksul insanlar için elbette çok zor olmalı. Aşırı uykuya bir önlem olarak da bir gözcü şafaktan hemen önce dolaşarak her Müslümanın kapısında gürültü patırtı çıkartıp onların eğer bir şeyler yemek istiyorlarsa çabucak yemelerini hatırlatıyordu. Odamızı paylaştığımız kişiler bütün gece bir şeyler yemeye açıkça niyetli oldukları görünüyordu. Dolayısıyla kahvaltılıklarını erkenden hazırlamaya başladılar. Kahvaltılarını ne kadar sürede bitirdiklerini uykuya daldığımızdan bilemiyoruz. Bildiğimiz sadece yakın civardaki müezzinin bir minareden sabah ezanını okuyarak bizi uyandırmasıydı.


Sabah vakti ellerimizi ve yüzümüzü genelde Türklerinki gibi hunili bir bidondan dökülen suyla yıkıyorduk. Türklerdeki temizlik, dindarlıklarının yanı sıra belki de bizdekinden daha fazlaydı. Gelgelelim düşünceleri çok farklı bir teoriye dayanmaktaydı. Kendisini ya da kıyafetlerini yıkamak için sabun kullanmamalarına rağmen yine de kendisini gâvurdan çok daha temiz görmekteydi. Böyle görmesinin nedeni de sadece akan su kullanarak aynı parçacığın ikinci bir defa kendisine dokunmasına izin vermemesindendi. Bir Türk’ün inanışına göre bütün su yaklaşık iki metre aktıktan sonra kirden arınmaktaydı. Buna kanıt da kadınların kıyafetlerini yıkadığı ırmağın birkaç metre ötesinde kovalarına su dolduranların bunları içtiklerini görmemizdi.     


ANADOLU’NUN ROMANLARI


Bütün gece devam eden yemek hazırlığı ve yemek, sabahki top atışının sesiyle nihayete erdiğinde kendi kahvaltımızı hazırlamada, hatta ekmek, yoğurt ve kuru üzümden oluşan soğuk kahvaltı malzemelerini bir araya getirmede oldukça zorlanmıştık. İnce, yoğun ve neredeyse kurutma kâğıdı tadına sahip pişmiş bir kepek unu hamurundan oluşan ekmek, Türk köylüsünün günlük yaşamının bir parçasıdır. Öyle ki onu her yere yanında götürür. Biz de öyle yaptık. Büyük dairesel yapraklar şeklinde yapıldığından ortasına bir delik açacak yumruk atarak kollarımız üzerinde parçalara ayıracaktık. Bu, ulaşım şeklimiz açısından bulduğumuz en kolay ve en servis edilebilir yöntemdi. Böylelikle hem ellerimizi gidondan kaldırmadan kolayca yiyebiliyor hem de lütufkâr bir rüzgârın çıkması durumunda bir yelkenli gibi süzülme ihtiyacımızı karşılıyordu. Neredeyse evrensel bir diğer yemek olan yoğurt ise sütün mayalanmasıyla pıhtılaşıyordu. Yoğurtta ve sıvı olmayan bütün yiyeceklerde kepçe niyetine bir dürüm ekmek kullanılmaktaydı. Her lokmada bu dürümün bir parçası yenmekteydi. Kuru üzüm, ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi burada da oldukça ucuzdu. Kuru üzümün bir okkası için iki kuruş (yaklaşık dokuz sent) ödemiştik. Ne var ki çok geçmeden fark ettik ki bu Türk okkasının içerisinde çok büyük “taşlar” varmış! Elbette bu tamamen kazaraydı. Ayrıca yumurtayı da aşırı derecede ucuz bulduk. Bir keresinde bir kuruş yumurta almak istediğimizde (dört buçuk sent) yirmi beş yumurta önümüze konuldu. Asya Türkiyesi’nde zarafetle hazırlanmış sülüklerden oluşan sıra dışı yemeklerle de karşılaştık. Ne yazık ki en kötü karışım belki de “Bayram çorbası”ydı. Bu çorba bir düzineden fazla içeriğe sahipti ve hepsi de soğuk suya karışmıştı: bezelye, kuru erik, ceviz, kiraz, hurma, beyaz ve siyah fasulye, kayısı, kırık buğday, kuru üzüm vb. Bayram, Ramazan orucundan sonraki ziyafet dönemidir.


BİR YUNAN KAHVEHANESİ


EKMEK YERKEN


Basit bir kahvaltıdan sonra Kırşehir’den ayrılmak üzere hazırlıklarımızı yaparken Türklerin ilgisinin bisikletlerimizin kadrosuna monte edilmiş çantalarımızın içeriğini merak edecek kadar artmış olduğunu fark ettik. Gerçi çantalarımızda eksilen bir şey yoktu ve konakladığımız süre boyunca da bir düğmemiz bile kaybolmamıştı. Hırsızlık, onların kusurlarından biri değildi, ne var ki kendileri için yardım ederken çokça rahatlardı. Pek çok sefer bir hancı, parasını önceden ödediğimiz bir tavuğun üçte birini kullanıp tavuğu hazırlarken daha yüksek bir fiyat çekerek bize “yardımda” bulmuştu.  


Yolculuğa koyulmaya hazır hale geldiğimizde bir polis komiseri sokak boyunca pedal çevireceğimiz bir alan açtı. İnsanlarla dolup taşmış bu sokaklarda yol almamız bir saat sürmüştü. Kalabalık arasından geçerken “Uğurlar olsun” diye bağırıyorlardı. Biz de “İnşallah” diyerek kasklarımızı sallayıp şükranlarımızı sunuyorduk.


UNUN ÖĞÜTÜLMESİ


TÜRK BİR HAMAL


Bir sonraki akşam Topaklı köyüne vardığımızda hiç de saf ve iyi bir şekilde karşılanmadık. Köyün eteklerine ulaştığımızda çoktan gün batmış ve ovada hayvanlarını otlatan genç bir adam bir ajan gibi hiç ara vermeden bizi izlemişti. Ajanın verdiği alarmla insanlar tıpkı bir mısır koçanı yığınından havalanan yarasalar gibi etrafımızda birikivermişti. Kıyafet ve yüz hatlarından anlayabildiğimiz kadarıyla bunlar saf Türkler değillerdi. Yemek ve pansiyon için yardım rica ettiğimizde “Evet, evet” cevabı vermişler, nereden temin edebileceğimizi sorduğumuzda da çabucak ileriyi göstererek “Bin, bin!” diye bağırmaya başlamışlardı. Ama bu sefer binmemiştik, çünkü etraf çok karanlık ve yollar da kötü bir durumdaydı. Biz de yürüdük ya da daha doğrusu sabırsız kalabalık tarafından iteklenip neredeyse sağırlaştırıcı “Bin, bin” bağırışlarıyla ilerlemeye başladık. Köyün sonuna vardığımızda yemek ve pansiyonu nerede bulabileceğimizi yeniden sorduğumuzda onlar da yine ileriyi işaret ederek “Bin!” diye tekrar bağırmışlardı. Nihayet yaşlı bir adam bizi özel bir konağa benzeyen bir yere götürmüştü. Burada bisikletlerimizi karanlık ve dar bir kapı aralığından sürüklemek zorunda kalmıştık. Böylelikle ikinci hikâyemiz de başlamış oldu. Çok geçmeden nefes almayı engelleyecek kadar bir kalabalık odayı doldurmuş, ricalarımız da önemsenmeden öylece ortada kalakalmış görünüyorduk. Yürekli bir genç onlara muhalif olma cesaretini göstererek kalabalıklaşmış kapı aralığından kendisini çekmemizi bizi zorlayarak birikmiş topluluğun bovlingdeki kukalar gibi devrilmesine neden olmuştu. Sonradan evin sahibi içeriye girerek gece boyunca bu evde kalmamıza izin veremeyeceğini tedirgin bir tavırla açıklamıştı. Bizi yeniden gören kalabalıktan yuhalama sesleri yükselmiş, ama kalabalığa sırtımızı dönerek yol almaya çalışırken arka tekeri yakalamaya çalışmanın ve toprak parçası fırlatmanın haricinde herhangi bir şiddete maruz kalmamıştık. Bizi köyün sınırına kadar toplu halde takip ederek orada bir müddet beklediler ve karanlıkta gözden kaybolana kadar da bizi izlediler. Böylesi bir yükseklikte gece oldukça soğuktu. Ne bir battaniyemiz ne de kayalar arasında bir kamp kurmamıza imkân verecek kıyafetimiz vardı. Bütün plato boyunca bir ateş yakabileceğimiz bir dal parçası bile yoktu. Yapayalnızdık ve hareketsizce duruyorduk. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra yoldan pek de uzak olmayan bir grup çamur evden gelen ışıkla karşılaştık. Civardaki sayısız koyun sürüsünden bu evlerin bir çoban köyü olduğu anlaşılıyordu. Yükselen ayın ışığı altında yünleri parıldayan hareketli koyunlar dışında her şey sessizliğe bürünmüştü. Akşam yemeği hâlâ devam ediyor olmalıydı, çünkü bir esinti yemeğin leziz kokusunu bize kadar getirmişti. Bisikletlerimizi dışarıda bırakıp ilk kapıdan girip dar kapı aralığını izleyerek bir odaya girdiğimizde ortalarındaki büyükçe bir çorba kâsesine kaşıklarını daldıran oldukça kaba görünümlü dört çobanla karşılaştık. Onlar bizim varlığımızın farkına varmadan biz “Sabahlarınız hayırlı olsun” diyerek olağan selamımızı vermiştik. Selamımız, köşede oynayan birkaç küçük çocuğu korkutarak çığlık attırmış ve haremliğe kaçmalarına neden olmuştu. Çocukların annelerinin yanlarına koşmalarıyla evin kadınları kapıya kadar gelmiş, ama bizi görünce onlar da çığlık atarak sanki bayılıyor gibi geriye çekilmişlerdi. Görünen o ki bizim gibi gâvurların bu yeri ziyareti pek az olmuş. Selamımıza biraz çekinerek karşılık veren çobanlar, kaşıklarını çorbaya düşürerek bakışlarını büyük kasklarımıza, köpek derisi ceketimize ve kısa pantolonumuza dikmişlerdi. Bu ana kadar sinir krizi geçirip artık kendine gelen kadınlar ara duvardaki çatlaklardan olağan meraklarını gideriyorlardı. Halimiz ve tavrımızın verdiği itimat duygusuyla akşam yemeğine katılmamız için bizi yemeğe oturmaya davet ettiler. Davet edildiğimiz akşam yemeği pirinç ve mayhoş sütten oluşmuş sadece bir bulamaç da olsa bundan kendimize bir akşam yemeği çıkarmaya çalıştık. Bu esnada yakınlardan geçen komşularca bisikletlerimiz fark edilmiş, dolayısıyla burada olduğumuz haberi köye yayılmış ve çok geçmeden bisikletlerimiz iki güçlü kuvvetli Türk’ün omuzlarında heyecana kapılmış kalabalığın eşliğinde içeriye getirilmişti. Yeniden kuşatma altında kalmıştık ve bu sefer de bisikletlerimize binmemizi üsteliyorlardı. Ay ışığı altındaki Türk köylülerinin kahkaha gürültüleri arasında biz de bağırıp çağırarak bunun bizim için rahat bir gece dinlenmesi olacağını umut ettiğimizi söylüyorduk.

Kalacağımız yere döndüğümüzde sahip olduğumuz ödül ise yağlı iki yastık ile yatak örtüsü niyetine verdikleri kirli bir kilimdi sadece. Ne yazık ki daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir türlü dinlenmeye sahip olamıyorduk, çünkü yatağımızın iyi kurulup kurulmadığına kısa bir bakış atan şüpheli gözler ortamı elektriklendirmekteydi.


KAYSERİLİ TÜRK KADINLAR İBADET ETMEYE GİDİYOR


20 Nisan günü öğle civarı yolumuz birdenbire İzmir ve Kayseri arasında uzanan, Kayseri şehrinin yaklaşık 16 kilometre batısında yer alan geniş kervan yoluna çıktı. Uzun bir deve kervanının görkemli bir şekilde hareket ettiği yolda küçük bir eşek kervana öncülük etmekte, ayakları neredeyse yere değen eşeğin üzerindeki deveci de eşeğe yön vermekteydi. İnatçılığı herkesçe bilinen bu yaratık biz yanına varana kadar bir kasını bile oynatmamış, bizi görünce de karakteristik özelliklerinden birini sergileyerek bir yanını ansızın hareket ettirerek deveciyi yere savurmuştu. Protesto eden homurtusuyla ilk deve yan yan yürümeye başlamış ve bütün kervan yola yaklaşık 45 derecelik bir açıyla durana kadar da bu yanlamasına yürüyüş şekli kervanın sonuna kadar taklit edilmişti. Anadolu devesi, Asyatik kuzenleri arasında oldukça genel olan atsıl türlerine karşı antipati beslemez. Ne var ki bunlar çelik atların gösterebileceği dayanıklılığa sahip değillerdir.    


SİVAS’TAKİ FLÖRT KULESİ


Aniden bu yola sapmış olmamız bizi şimdi kadim Erciyes Dağının görüş alanına çıkarmıştı. Kayseri şehrinden yaklaşık 4000 metre yükseklikte yer alan bu dağın başı ve omuzları karla kaplıydı. Duyduğumuz yerel söylenceye göre bu dağın ulvi bir doruk noktası olmasına karşın Nuh’un Gemisi kabaran sel sularında buraya çarpmış, bu nedenle de Nuh bu dağı lanetlemiş ve bu dağın her zaman karlar altında kalması için dua etmiş. Ağrı Dağına çıkma fikri ilk olarak bu dağı görmemizle ilişkilidir. Her iki dağın en önemli zirve noktalarında küçük toprak yığınlarını, tarih öncesi Hititlere ait gözetleme kulesi kalıntılarını fark edebilmiştik.   


Kayseri şehri (eski adıyla Caesarea) 14. yüzyıl Selçuklularından kalma anıtlarla ve kalıntılarla doludur. Okbaş rozetleri ve diğer kalıntılar burada mütemadiyen gün yüzüne çıkartılmakta, haylaz sokak çocuklarına oyuncak olmaktadır. Buharlı ulaşımın gelişmesinden beri bu şehir artık kervan ticaretinin merkezi olmaktan çıkmış, ama şimdi bile şehrin çarşısı Türkiye’nin en iyileri arasında, hatta görünüm açısından İstanbul’dakilerden bile daha üst düzeyde. Bu çarşılar aslında tuğlalı kemerlerden ve her iki yanında da dükkânların sıralandığı dar sokaklardan fazlası değil. Bu çarşılardan biri üzerinden konaklayacağımız hana sadece bir yol geçmekteydi. Öyle ki bu kadar küçük dükkânlarla etrafımızda toplanan heyecanlı kalabalıkların bizi bir felakete sürükleyeceklerini emin bir şekilde hissetmiştik. Böylesi bir kalabalıktan kurtulmamızın tek yolu onlara takılmadan mümkün olduğunca çabuk devam etmekti. Ani bir çıkış yaparak yarışı başlattık. Bizden şüphelenmemiş tüccar ve müşteriler birden alışveriş hesaplarından sıyrılmışlar ama biz bu esnada yanlarından geçip gitmiştik. Biz hızla ilerlerken hemen arkamızdaki kalabalık önüne çıkan her şeyi deviriyordu. Düşen fıçı ve kutular, tıngırdayan tenekeler, kırılan çanak çömlekler, ayakaltında dolaşan sahipsiz köpeklerin ulumaları bu genel karmaşaya eklenmekteydi.
   
SİVAS AMERİKAN KONSOLOSLUĞU


İstanbul’daki Amerikan İncil Topluluğundan Bay Peet’in izniyle Kayseri’deki misyonerlere ve de Anadolu’daki rotamız boyunca başka yerlere de verebileceğimiz tavsiye mektubuna sahiptik. Ayrıca, yolculuğa başlamadan önce bu topluluğa yatırdığımız paranın çeki de bizdeydi. Bunların yanı sıra, bu insanların misafirperverliğine ve iyilikseverliğine çok şey borçluyduk. Kayseri’deki misyoner çalışmalarının en dikkat çekici özelliği Ermeni kadınların eğitimiydi. Öyle ki bu kadınların sosyal konumları Türk kardeşlerinden çok daha aşağı seviyedeydi. Yerel Ermenilerde olduğu gibi Türklerde de bir kadının şişman olması onun değerini çokça artırmaktaydı. Onlar için bir misyonerin karısı hem harikulade hem de küçümsenecek bir nesneydi. Bu kadın sokak boyunca yürürken bu insanlar birbirlerine şöyle fısıldar: “Kocasının hem bütün işlerini bilen hem de kocasını yöneten o kadın geçiyor.” Bu fısıltıları da genelde alçak bir sesle şu ifade takip eder: “Madam şeytan.”  Yani, ortak deyiş olarak “iblis bir kadın” anlamına gelir. İlk başta bu cahilce önyargının üstesinden gelmek ve kızları ücretsiz bir şekilde okula göndermek bir mücadele gerektirmişse de şimdiki durum öyle bir hal almış ki okula gitmek için bu kız öğrenciler harç verse bile onlara boş bir yurt odası bulmak zor.


Ermeni kadının elbisesi genelde hoş bir şekilde süslenmiş parlak renkli bazı kıyafetlerden oluşur. Saç biçimi ise her zaman özenle hazırlanmıştır. Kimi zaman da altın paralar başını sarmakta ya da saç örgüsüne bağlı durmaktadır. Gümüş bir kemer belini sarmakta, metal paralı kolyesi ise hoş boynunda dikkatleri çekmektedir. Irmak kenarında çamaşır yıkadıklarında sıklıkla ayak bileklerine taktıkları altın halkayı sergilerler.


Kıyafetlerin sadeliği ve de yüzlerin örtülmesi düşünüldüğünde Türk kadınları ile Ermeni kadınları arasında güçlü bir karşıtlık vardır. Kadın giysisi görünümündeki şalvar, yanlardan açılan gevşek eteklik ve bel ile vücudu saran kat kat şal benzeri korse Türk ev kıyafetinin ana özellikleridir. Sokaklarda baştan ayağa kadar kadınları kapatan kefene benzeyen kıyafete yaşmak deniliyor. Bu kıyafetlerin rengi genelde beyaz, ama kimi zaman koyu kırmızı, mor veya siyah olanlarını da gördük. Gün batımında bu kıyafetlerden giymiş kız gruplarıyla sokaklarda karşılaştığımızda kıyafetlerin pır pır eden beyaz görünümü bu kızlara göksel bir kanatlı yaratık havası veriyordu. Türk kadınları genelde erkeklerden çekiniyorlar, özellikle de yabancılarsa. Gelgelelim kırsal kesimdeki kızlar şehirdeki kız kardeşlerine göre o kadar da çekingen değil. Kırsal kesimde gruplar halinde çalışan bu kızlarla köy civarında ya da açık arazilerde sıklıkla karşılaşıyor, kimi zaman da onlardan su rica ediyorduk. Eğer bu kızlar bakire ise, ki genelde durum buydu, hemen geriye çekilip birbirlerinin arkasına saklanıyorlardı. Bunlardan birine “çok hoş atlarımız” üzerinde bir sürüş teklif ettiğimizde arkadaşları arasında kıkırdamalar başlamış, yaşmaklarıyla boyun ve yüzlerini daha da bir kapatmışlardı.


İç bölgelerdeki yol manzaraları daha az çeşitlilik gösteriyordu. Anadolu tabiatının en karakteristik özelliklerinden biri de leyleklerdir. Binlercesi Mısır civarından sürüler halinde gelerek köy damlarında rahatsız edilmeden yazlık yuvalarını kurarlar. Leylekler, tıpkı karga, saksağan ve kırlangıçlar gibi çiftçilerin çekirgelerle mücadelesinde onların en değerli müttefikidir. Bu mücadelede daha fazla yararlılık gösteren arkadaşı ise siyah kanatlı pembe ardıç kuşudur. Çeşitli deve, eşek, at ve katır kervanlarının yanı sıra bu ticari yollarda lastiksiz tahta tekerlekler üzerinde hareket eden, özel büyük baş hayvanların, sığırların çektikleri kağnılarla sıklıkla ulaşım sağlanır. Bu hayvanlar şişmiş boyunları, kalkık burunları, yaban domuzu gibi kısa ve sert kıllarıyla çirkin bir görünüm sergiler, özellikle de çamurlu su birikintilerinde debelendiklerinde.  


ARAPLARLA SOHBET EDEN BİR TÜRK


Geçtiğimiz köylerdeki ilkel un değirmenleri zaman zaman ya küçük bir derenin yer altındaki yassı tekerleği hareket ettirmesi ile ya da daha ilkel bir şekilde, gözleri bağlı bir eşeğin ilerlemede zorlansa da durmaksızın kendi etrafında çember çizerek bu tekerleği hareket ettirmesi ile çalışıyordu. Sokaklarda sıklıkla kış zamanı yakmak için gübre toplayan erkek çocuklar ve yaşlı adamlarla karşılaşıyorduk. Kimi zaman da kötürüm ya da hasta birisi bize doğru yaklaşıp “Hekim” diye sesleniyordu. Bize böyle seslenmelerinin nedeni, misyonerlerin tıbbi hizmetlerinden dolayı bu saf insanların bütün yabancıların doktor oldukları sanısına kapılmasındandı. Karşımıza çıkarak bir elini bize doğru uzatıp bizden nabız atışına bakıp hastalığı için bir şeyler yapmamızı isteyenlerin bu hastalıklar yüzünden hızla mezarlığın yolcusu olacaklarını görebiliyorduk.


BİR KADI KURAN’I YORUMLUYOR


Sivas’ı ilk kez Yıldız Dağının üzerindeyken gördük. Bu dağın üzerinde VI. Mitridat’ın kalesi harabe halde de olsa hâlâ ayakta duruyordu. Lucullus, Pontus monarkı olan Mitridat’ı pek çok defa mağlup etmiş, ama topraklarını hiç fethedememiş. Bu tepe noktasından çok hızlı bir iniş yaparak köhnemiş, harap bir köprünün üzerinden Kızılırmak’ı üçüncü kez geçmiş olduk. Yarım saat sonra gördüğümüz ise Birleşik Devletler’in konsolosluğunda dalgalanan “yıldız ve şeritler” idi. Temsilcimiz Henry M. Jewett’in çevresiyle birkaç hafta geçirmemiz bekleniyordu, ama şehre vardıktan bir ya da iki gün sonra bizden biri hafif bir tifo ateşine kapıldı. Bu da muhtemelen yol üzerindeki derelerden içtiğimiz sudan kaynaklanmıştı. Böylesi bir talihsizlik daha iyi bir yerde başımıza gelmeyebilirdi, çünkü oldukça rahat bir meskende misyoner hanımların gözetimi altında hızla kendine gelebilmişti. 

Sivas’ın, çevredeki daha kıraç bölgelerden daha büyük ve zengin olmasının nedeni Karadeniz, Fırat Nehri ve Akdeniz arasındaki başlıca karavan yollarının birbirlerine yaklaştığı bir yerde olmasındandır. Anadolu’nun eyalet merkezlerinden biri olmasının yanı sıra Selçuklular zamanında Kapadokya bölgesinin bir vilayeti olan Sivas, Amerikalı ve Fransız elçilik temsilcilerinin ikamet ettikleri yer olmasının yanında, 93 Harbi sonrasında Rusya hükümetinin şart koştuğu üzere savaş tazminatının toplanması için de bir ajans görevi görmekteydi. Buradaki temsilciğin saygınlığı Doğunun görkemli ve etkileyici güzellikteki mimarisiyle muhafaza edilmekteydi, hatta demokratik Amerikan temsilciliğininki bile. Jewett ile yaptığımız turlarda bize uzun siyah ceketli, fişeklerle sarılı kemerinden uzunca bir hançer sarkan Çerkez bir çavuş eşlik etmekteydi. Palalı bir diğer yerli çavuş ise bizi genelde geriden takip ediyordu. Gece vakti büyükçe bir fener taşıyan bu ikinci çavuştu. Fenerdeki mumların sayısı rütbe işareti olarak görülürmüş. Bize rehberlik eden elçinin gözleri parlayarak “Türklere istediklerini –formalite ve bürokrasi- vermeliyim, eğer vermezsem onların gözünde bir elçi olamam” dedi. Türklerin görgü kurallarının formalitesini göstermek için de şu hikâyeyi anlattı: “Yanmakta olan evinden mobilyalarını kurtarmaya çalışan bir Türk, yanan evini seyreden birinin sigara sardığını görünce kendisi pürtelaş içerisinde olmasına rağmen aniden durmuş, bir kibrit çakarak adamın sigarasını yakmış.”


BİR KÖYDE AKŞAM MOLASI


Türk resmiyetinin dikkatimizi çeken en bariz örneği Sultan’a hitap eden aşağıdaki resmi dokümandı:
“Hakim; Mutlak; Kainatın Ruhu ve Vücudu; dünyanın bütün hükmedenlerinin Babası; Zat-ı Aliniz; Kartal Sultan; nesnelerin asla değişmez düzeninin Sebebi; her gururun Kaynağı; ayakları altında toz olarak kaldığımız, ihtişamlı gölgesinde korunduğumuz Sultanlar Sultanının Oğlu; mekânı cennet olan Abdülmecid’in oğlu II. Abdülhamid; kutsal bedenine sıhhat, iktidar ve bitmeyen günler bahşedilmiş harikulade Efendimizin sarayını ve tahtını Allah ilelebet şan, şeref ve saadet içerisinde tutsun. Amin.”
İLKEL DOKUMACILIK


Böylesi bir hitap korkudan sinmiş bir emir erinin dalkavukluğu değildi, çünkü hitaptaki aynı ton Sultan’ın bizzat Sadrazam’a seslenişinde de görülmekteydi:
“Vezirlerin en onurlusu; Dünyadaki iyi düzenin Sağlayıcısı; halkla ilişkileri erdem ve görüşüyle Yöneteni; insanlığın önemli işlemlerini zekâ ve sağduyu ile Başaranı, İmparatorluk ile Şan ve Şeref mabedinin Birleştiricisi; Yüceler Yücesinin ihsan ettiği zengin hediyelerin Sahibi; Saadet Kapısının bu zamanki Gözcüsü; vezirim Mehmed Paşayı engin asaletinde uzun süre korumada Allah memnuniyet göstersin.”


Türkler zamanı kendilerince geçirmeyi seviyor olsalar da tembel olarak nitelendirilemezler. Onlara göre sabır Allah’a, aciliyet ise Şeytan’a mahsustur. Bunun en çarpıcı örneği alışveriş tarzlarında görülür. Özellikle işleme gümüşleriyle ünlü Sivas’ın pazar yerlerini ziyaret ettiğimizde bu alışveriş tarzı dikkatimizi çekti. Müşteri sokakta kurulu tezgâhtaki sergiye göz atarken tüccar da dükkânında çömelmiş vaziyette oturmaktaydı. Eğer müşterinin hayatta kayda değer bir konumu varsa tüccarla oturarak ya da ayakta durarak paralel bir seviyede hareket ederdi. Eğer müşteri bir yabancıysa tüccar oldukça saygılıdır. Tüccar sadece bir tüccar değil aynı zamanda misafiri eğlendiren bir mekân sahibiydi de. Kahveler söylenir, sigaralar sarılıp misafire ikram edilirken çeşitli sosyal mevzular ve diğer yerel konular serbestçe konuşulurdu. Kahve ve sigaralardan sonra satın alıp almama sorusu yavaşça belirir; bu soru ansızın değil de sanki bir şeyi satın almak sadece sonradan akla gelen bir şeymiş gibi temkinli bir halde sorulur, aksi takdirde saygınlık kaybolabilirdi. Muhtemelen yarım saat sonra malların kalitesi üzerine konuştuktan sonra müşteri ne istediğini belli eder, ilgisini pek de abartılı göstermeksizin malın fiyatını sorardı. Tüccar da cevaben “zat-ı aliniz ne arzu ederse,” ya da “zat-ı aliniz bunu bir hediye olarak kabul ederse beni onurlandırır” der. Bütün bunlar sadece sıkı bir pazarlığın başlamak üzere olacağından başka bir anlama gelmez. Tüccar, hoş bir tavır ve arsız yüzüyle malın fiyatını olması gerekenden neredeyse 4 kat fazla söyleyerek asıl alışverişi başlatır. Müşteri ise nihayetinde ödemeyi kabul edeceği fiyatın yarısını ya da çeyreğini teklif etmesiyle kopan yaygara günlük kaba gürültü şeklinde kelimelerin havada uçuşuyla sona erer.


Türklerdeki batıl inançlardan hiç biri “kem göz” korkusu kadar aşikâr değildir. Bu büyüden kesinkes korunmak için çatıların köşelerine testiler yerleştirilir, eskimiş ayakkabılar da sarımsak ve pancarla (mavi cam toplar ya da yüzükler ile) doldurulur. Yoldan geçenler ne zaman sokakta oynayan güzel bir çocuk görseler, onu şerden korumak için gönül rızasıyla “Aman Allahım, ne kadar çirkin bir çocuk!” derler. Türkiye’de batıl inanca en fazla sahip olan ise elbette köylü sınıfıdır, çünkü en cahilidir. Herhangi bir eğitime sahip olmayan köylüler, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. İstanbul, bildikleri tek büyük şehirdi. Paris ise dışarıdaki bütün dünya anlamına gelen bir isimdi. Bir keresinde Amerikalı bir misyonere şöyle sorulmuştu: “Amerika Paris’in hangi kısmındadır?” Yine de genel anlamda dürüst ve her zaman da sabırlı oldukları söylenebilir. Bir günlük kazançları yaklaşık 6 ila 8 sent arasında değişir. Bu da onların satın almayı umdukları ekmek ve pilav almaya yeterliydi. Eti ise sadece bayram günlerinde görürler, o da yalnızca koyun etidir. Tek dertleri ise vergi tahsildarıdır. Onu istenmeyen biri olarak sayıyorlar. Muktedirin demir ökçesi altında ezilmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Yine de mücadele ettikleri için mutlular ve birbirlerini kıskanmıyorlar. Ne kadar fakirseniz o kadar cahilsinizdir, ama bir Türk bu halden daha iyi görünür. Çünkü para ve iktidar sahibi oldukça batı medeniyeti tarafından “kirlenir” ve nitelik olarak bozulursunuz. 20 yıllık deneyime sahip biri şöyle demişti: “En alt sınıflarda sadakat, dürüstlük ve minnettarlığa rastlayabilirken; orta sınıflarda bunlarla kısmen karşılaştım; en üst sınıfta ise hiç.” Türk resmi makamlarındaki bozulma neredeyse bir atasözü haline gelmiş, öyle ki “devlet malı” bir “deniz”dir, bu hazineden yemeyen ise bir “domuz”dur. Resmi kurumlarda zimmete para geçirme ve görevi kötüye kullanma gibi davranışlar tam anlamıyla görülebilirdi. Bunlar istenmeyen ama gerekli olan davranış tipi olarak karşılanırdı– böylesi davranışlara gelenek sevk ederdi. En yüksek teklifi veren, kamu görevinin sahibi olurdu. Bizimle ilgilenen Türk memuru en kibar ve anlaşma yapılabilir olanlarındandı. İltifatlarında cömert olan bu Türk memur rüşvet konusunda kendini suçlu hissetmemesinin yanı sıra ödüllendirme amacıyla verilen rüşvete erdemlilik açısından küçük bir önem atfetmekteydi. Teorik de olsa bu genel kurala, geleneğe karşı istisna oluşturan böylesi bir yetenekli insanı hatırlamak bizi mutlu edecek. Sivas – Karahisar hattında ilerlerken bisikletlerimizden birindeki oldukça ciddi bir hasardan dolayı Koçhisar’da durmak zorunda kaldık. Bu arada bir gün önceden ziyaret ettiğimiz saygıdeğer, güleç kadı’nın, ki o an kaymakamın vekilliğini yürütmekteydi, davetli misafiri olduk. Kadı’nın evi upuzun bir dik kayanın gölgesinde, yakındaki bir vadide konumlanmıştı. Amerika’da doktorluk eğitimi almış ve şimdi de bize tercüman olarak yardımcı olan Ermeni bir arkadaşının eşliğinde evin selamlık, yani misafir kısmına geçirilmiştik.


Kadı, yüzünde bir gülümsemeyle selamlığa girip sağ elini yerden başına doğru hareket ettirerek ilginç bir şekilde bizi selamladı. Belki de böylesi bir kibar görünümün nedeni, dediğine göre, bir önceki günkü sohbetimizden memnun kalmış ve eğer mümkünse daha fazla muhabbet etmeye karar vermiş olmasındandı. Geleneksel kahve ve sigara takdimi eşliğinde kadıyla gayrı resmi bir muhabbete başladık. Kadı kadere o kadar açık ve sıkı bir şekilde inanıyordu ki bizim bu ülkeye yolculuğumuzun Tanrı tarafından alnımıza yazıldığını, hatta yediğimiz yemeklerin ve üzerine bindiğimiz bu sıra dışı “arabaların” icadının bile kaderimizde olduğunu söyledi. Ona göre, sıradan olmayan böylesi bir yolculuk fikri insanlığın hünerinin onaylanması için değildir. İki yabancıya gösterdiği misafirperverliği için kadıya şükranlarımızı sunmak istediğimizde bize söylediği Tanrının hükümdarlığında bu dünyanın küçük bir yer kapladığı, bireysel inanç ve düşüncelerimize rağmen birbirimizin kardeşi olmaya gücümüzün yettiğiydi. Kadıya göre “birbirinden farklı dini inançlara sahip olabiliriz, ama hepimiz büyük insanlık ailesine aitiz. Tıpkı farklı ten renklerine, fıtrata sahip olanların çocukları gibi idrak akıllarıyla hareket edenler de ortak bir ataya ait olabilirler. Her zaman aklımızı kullanmalı ve diğer insanların düşüncelerine merhamet göstermeliyiz.”


Sohbetimiz doğal olarak hayırseverlikten adalete kaymıştı. Konuştuğumuz kişi adalet görevini yerine getiren oldukça yüksek konumdaki bir Türk kadı olunca adalet konusunda ne düşündüğü daha çok ilgimizi çekmişti. Ona göre, “suçlayan taraf bir kral dahi olsa adalet en zayıf kişiye uygulanmalıdır. Bütün taraflar benzer bir şekilde adaletin kutsal yasasına kendini teslim etmeli. Yapıp ettiklerimizden dolayı âdemoğluna değil Tanrıya hesap vermeliyiz.”


Normalde Sivas’tan Erzurum’a giden yol Erzincan’dan geçer. Ancak biz Karahisar ve yakınındaki Licese madenlerini görebilmek için Zara’da yolumuzun yönünü değiştirdik. Zamanında Cenovalılarca keşfedilen bu madenler hâlihazırda İngilizlerden oluşan bir kumpanya tarafından işletiliyor. Ham yollara doğru yaptığımız bu yön değişikliği çok kötü bir zamanda gerçekleşti. Öyle ki korkutucu bir şekilde aralıksız devam eden yağmur dönemi iki haftanın üzerinde sürdü. Anadolu’nun en uzun ırmakları –Kızılırmak ve Yeşilırmak- arasındaki platoya yani Kösedağ’ın başlangıcına vardığımızda yolumuz, önüne çıkan her şeyi silip süpüren bir sel tarafından kapandı. Bir gün ve gecemizi bu dağın kıyısında, ilkel bir un değirmeninde geçirdik. Burası yerleşik hayattan o kadar uzaktı ki bir şeyler yemek için dağlar boyunca yaklaşık 5 kilometre yol kat etmek zorunda kaldık. Karahisar’a ulaşmadan hemen önce vardığımız Yeşilırmak’ı bisikletlerimizi ve bagajımızı başımızın üzerinde tutarak geçerken bu esnada ani bir akıntı küçük kayaları bize doğru sürükleyerek neredeyse ayaklarımızı yerden kesecekti. Ülkenin bu bölgesinde hiç köprü yoktu. Irmaklar genelde at ve yük arabasıyla sığ bir yerden geçilebilirdi, daha fazla ne istenebilir ki! Türklerde, diğer bütün Asya halklarında olduğu gibi, sorun neyin daha iyi olabileceği değil, ne olacağıydı. Bir akıntıya varmadan çok önce bir kasaba ya da köyün sakinleri kaygılı bir ifadeyle etrafımıza doluşarak ötedeki ırmağı işaret edip “Hristiyan beyefendiler, burada köprü yok” diyerek akıntının atlarımızın üstünde olduğunu elleriyle şeklen betimliyorlardı. Orada konaklayacağımızı düşünüyorlar, bu “Hristiyan beyefendilerin” kıyafetlerini çıkararak suda yürüyecekleri akıllarına gelmiyordu. Kimi zaman çamur boyunca yürürken bisikletlerimizin tekerlekleri o kadar çamura batmış oluyordu ki bisikletleri itemiyorduk bile. Böylesi bir durumda nerede olduğunu önemsemeksizin en yakın yerde konaklıyorduk. Karahisar’a varmadan önceki gece pirelerin dışında hiç bir şeyin olmadığı bir ahıra kendimizi attık. Başka bir geceyi de hırsızların sıklıkla uğradıkları söylenen Anadolu ile Ermenistan arasındaki sınır boyunca uzanan çam ağaçları arasında geçirdik. Bu yerde hırsızların dikkatini çekeriz korkusuyla etrafımızı aydınlatacak bir ateş bile yakamadık.            


ANADOLU’DA BİR FERİBOT


Sonunda Erzurum-Trabzon kara yoluna Bayburt’ta ulaştığımızda düz denebilecek bir yüzeyi olan Kop Dağı önceki dağa nazaran o kadar farklıydı ki bizim için ancak bir kahvaltı molası anlamına gelmişti. İlk defa bu noktada tarihi Fırat vadisini izledik. Birkaç saat sonra vadinin tabanı boyunca Erzurum’un zorlu tepelerine doğru yönelmiştik. Şehre doğru yaklaşırken arazideki bazı Türk köylüler bizi görünce arkadaşlarına yüksek sesle: “Ruslar! Ruslar! Buradalar! İki tanesi!” diye bağırmaya başlamışlardı. Bu bizim ilk defa Çarın tebaası zannedildiğimiz bir an değildi. Bütün ülke sanki Ruslardan korkuyor gibiydi. Eğer koşul olarak konan savaş tazminatı ödenmezse bölgenin eyalet merkezi olan Erzurum’u Ruslar şüphesiz ki arzulamaktaydı.


Surlarla çevrili şehre girebilmek için sürekli sağa sola sürüyorduk, böylece kalabalıktan gelebilecek bir saldırıya maruz kalmamış olacaktık. Gelgelelim, tekerleklerimizin sessizce dönmesi herhangi bir sürpriz yaşamayacağımız anlamına gelmezdi. Gürültülü bir rüzgârda hızla pedal çevirip güvenlik görevlilerini korkutarak yanlarından geçtiğimizde bu adamların kendilerine gelip peşimize düşmeye başladıkları an onlarla aramızda yaklaşık 45 metre bir mesafe vardı. Bizim insan, bunun yanı sıra yabancı olduğumuzu algılamaları, hatta korkutucu Rus ajanları zannetmeleri pek uzun sürmedi. Bütün hızlarıyla peşimize düşseler de artık çok geçti. Bize ulaşamadan biz çoktan askeri yönetici kumandan paşanın konağına ulaşmıştık. Paşanın kendisine Sivas’taki konsolosumuzdan bir mektup ilettik. Mektubumuzu alan beyefendi beklentimizin ötesinde iyi kalpli çıkmıştı; öyle ki korumalarla olan maceramıza katıla katıla güldü. Sivil bir yönetici olan valiyi, ki kendisi aynı zamanda göz ardı edilemeyecek etki ve itibara sahipti, ziyaret etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.


KÖYDEN BİR GÖRÜNÜM


Sadrazamdan aldığımız mektubu valiye takdim edip bir sonraki bölümde anlatacağımız Ağrı Dağına tırmanma planımız için, yani Beyazıt’a geçiş izni alabilmede acilen olmasa da kendisine resmi bir ziyarette bulunmayı arzuluyorduk. Ziyaretimizden birkaç gün öncesinde duyduk ki Bağdat’tan bir İngiliz seyyah benzer bir başvuruda bulunmuş, ancak kimi şüpheler yüzünden izin başvurusu reddedilmiş. Dolayısıyla, biz de bu görüşmeye azımsanmayacak bir alaka göstererek valinin kişisel çalışma odasına onun Fransız tercümanı eşliğinde gittik. İlk başta koşullar sağlıksız görünüyordu. Vali açık bir şekilde kötü bir mizaç sergiliyordu, çünkü odasında birisine yüksek tonda gürlediğine kulak misafiri olmuştuk. Hasırdan yapılmış ağır perdelerin altından valiye doğru ilerlediğimizde perdeyi tutan iki kişinin tozlu ayakkabılarımıza ve uygunsuz kıyafetlerimize bakışları oldukça korkunçtu. Vali, boş bir odanın en uzak köşesinde çok küçük bir masanın gerisinde genişçe bir koltukta oturuyordu. Geleneksel selamlaşmalardan sonra vali oturmak üzere divana doğru yönelmiş, biz kahvelerimizi yudumlarken ve takdim edilen küçük sigaraları koklarken bu esnada o da referans mektubumuzu incelemeye başlamıştı. Bu süreç valinin sakinleşmesini sağlayacak bir imkân yaratmıştı. Görünen o ki vali en kötülerinden bir despottu. Eğer onu memnun edersek her şey yolunda gidecek; ama eğer hoşnut kılamazsak her şey kötüleşecekti. Çin pasaportumuzdan küçük fotoğraf makinemize kadar her şeyimizi gösterip yolculuğumuz boyunca ülkesinde başımıza gelen en şaşırtıcı olayları anlattık. Bize yönelttiği sayısız sorulardan bize karşı kesin bir ilgi duyduğunu hissediyor, yüzünde kimi zaman beliren gülümseme ifadesi bizi memnuniyet halinin ötesine taşıyordu. Biz artık ayrılmak için hareketlenirken “Pekâlâ, pasaportlarınız yarından sonra hazır olacak, bu esnada atlarınızın güvenli bir yere bağlanmasından ve doyurulmasından memnuniyet duyacağım.” Bu bir Türk için büyük bir şakaydı ve bize iyi niyetini göstermekteydi.    


Valinin bizden rica ettiği bisiklet gösterisini Beyazıt’a gideceğimiz günün sabahında şehrin hemen dışında yer alan bir yolda yaptık. Kimi misyoner ve konsül üyeleri at arabalarıyla gelmiş ve kendi kendilerine küçük bir grup oluşturmuşlardı. Gidonlarımızda “yıldızlar ve şeritler” ile “yıldız ve ay” yan yana dalgalanıyordu. Ziyaret ettiğimiz ülkenin küçük bir bayrağını, özellikle diplomatik durumlarda, bizimkiyle birlikte taşımak âdetimizdi. Bisikletimizin bu görüntüsü valinin yüzünde gülümsemeye yol açmış, gösteri bitiminde de öne doğru çıkarak şöyle demişti: “Memnuniyet duydum.” Zengin aksesuarlarla giydirilmiş beyaz savaş atı getirildiğinde atın selesine zıplayıp bize el sallayarak şehre doğru maiyetiyle uzaklaştı. Biz de misafirperver arkadaşlara hoşça kalın demek için bir süre daha kalıp doğuya doğru yolculuğumuza devam ettik.

Kaynak: http://www.gutenberg.org/ebooks/31111?msg=welcome_stranger

Seyyahların 1891 yılında İstanbul ve Anadolu'da çektiği bazı fotoğraflar: http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_galeri/546567/1/Bu_fotograflari_iki_Amerikali_genc_125_yil_once_cekti..._iste_1891_in_istanbul_u_ve_Anadolusu.html

Kitaba dair bir değerlendirme:  https://drive.google.com/file/d/0Bzhl8LxItVzUeHFpQ0xjOGl2NDQ/view?usp=sharing 

Kitap üzerine dönemsel bir değerlendirme (İngilizce): http://www.ottomanhistorypodcast.com/2013/12/technology-ottoman-empire.html