31 Mayıs 2019 Cuma

Nefes Al, Nefes Ver... 500 km'de Amasra 4. Bölüm (Sakarya Nehri - Amasra)

Mızıkamın ezgisi Sakarya Nehrinin Karadenize kavuşmasına eşlik ederken yeni günün enerjisiyle Karasu boyunca yol alıyorum.

Karasu

Ve uzunca bir kumsal Karasu, haşin dalgalarıyla.

Karasu

Yeni günün ilk molasını genç bir çınarın yalnız gölgesiyle paylaşıyorum. Dalgalar sakin tatilcilere kızgın adeta. Benim dışımda kimse denize girmiyor. Bense gönlünü almak istermişçesine nazik adımlarla suyun içerisinde ilerlerken hırçın dalgaların kaba kuvvetine maruz kalıp, boyum büyüklüğündeki dalgalarla devriliyorum. 

Bir güzel dinlenmiş halde ve su, kuruyemiş ile çeşitli konserveleri aldıktan sonra yeniden D010 karayoluna koyuluyorum. Yol sakin ve düz, ama nedense pek kendimi yola, yolun heyecanına veremiyor gibiyim. Sürekli mola veriyorum. Yeni mola noktam Büyükmelen Çayının döküldüğü Melenağzı.

Melenağzı
  

Melenağzı öyle sakin ki, genç çınarların arasından teknesini değil manzarayı boyuyor usta, bir an beyaz elleri oluyorum.

Jojo beliriveriyor derme çatma balıkçı barınağından; azığıma ortak, neşeme sebep.


Bugünkü niyetim Akçakoca'da Ceneviz Kalesini ziyaret edip plajda kamp yapmak, ama Akçakoca öncesi, güneş batmaya yakın cankurtaranın çoktan terk ettiği kimsesiz bir plaja kuruyorum gecemi.

 

Bir gün daha batıyor, mızıkam dalga sesleri...

Kamp yaptığım kumsalın girişindeki kamp-büfede kahvaltımı yapıyorum. Birkaç masa ileride cankurtaran gelmiş, büfeciyle sohbet ediyor: "Arkadaşın yerine geldim bugünlük, kimse yok burda, bakalım nasıl geçecek tek başıma..."

Herkes tek başına. Koca kumsalda geceyi geçiren ben tek başımayım, günübirlik tatilcilere meşrubat, yiyecek, atıştırmalık, deniz topu, yeleği, şemsiyesi ve wc-duş hizmeti veren büfeci tek başına.

Büfeciyle biraz bisiklete, bisiklet yolculuğunun da masraflı olduğuna, bir litre suya birkaç katı para vermek durumunda kalmamdan da bunun anlaşıldığına dair lafladıktan sonra borcumu ödeyip, kalkıyorum. 

Birkaç km sonra Akçakoca'dayım. Sıkış tıkış çarşısında buraya özgü otlu bir gözleme yiyip, limana doğru geçiyorum.

Liman kafelerinden birinde oturup bir yandan art arda çay içip günü, rotayı, önümüzdeki günleri, nereye kadar gidebileceğimi, kendimi, burayı, kuşları, balıkçı teknelerini, balıkçıları... aklıma gelen bir sürü şeyi de yudumluyorum.

 

Sakin bir liman Akçakoca. Tek tük balıkçı takaları gidiyor, geliyor. İskeleden olta sallayan birkaç balıkçıya denizi görünce soyunuverip denize atlayan çocukların neşeli gürültüleri karışıyor.

Öğle sıcağını limanda bırakıp ayrılıyorum.

Deniz kıyısı boyunca ilerliyorum, Alaplı'ya varmadan geçmem gereken upuzun tüneller ciddi bir tehdit oluşturuyor. Mecburen tünelin en sağında yer alan kaldırım benzeri dar bir kısımdan yol almaya çalışıyorum. Oldukça zorlandığım Alaplı'yı da geri bırakıp Ereğli'ye varmadan önce güneş etkisini yitiriyor, şimdi geceyi güvenli geçireceğim bir yer bulma vakti. 

Yol boyunca günübirlikçi arabaların dizildiği, çoluk çocuğun sakin denize girip oyun oynadıkları, tatilcilerin yavaştan gitmek üzere havlularını, yiyecek malzemelerini, şemsiyelerini toparladıkları uzunca bir kumsal gözüme çarpıyor. Giriş tabelasında "Ereğli Belediyesi Plaj Tesisleri" yazıyor.

Beton dökülmüş dik bir yoldan inip kumsalda Samsarayı itekleyerek ilermeye başlıyorum. Gözlerim çadır kurulacak bir alan arıyor. Cankurtaranlardan birine soruyorum. İleride şuraya kuruyorlar ama güvenlik yok diyor. 

 

Çadırı kursam mı kurmasam mı henüz karar vermeden insanların gitmesini, kalabalığın azalmasını bekliyorum. Biraz yüzüyorum, güneşin batışını izlerken birkaç genç kafadarın gitar çalıp hep bir ağızdan hisli hisli söyledikleri şarkıyı dinliyorum. Gençler kalkıp gidiyor, ben de yemek için ocağı kurup bulgur pilavı yapıyorum ve artık hava kararmışken dalgalara, kumsala, geceye misafir olmaya karar verip çadır kurmadan matımı serip tuluma girerek yıldızlarla uyuyakalıyorum. 

Ereğli

Gece serinliyor, üşüyorum biraz, tuluma iyice sarılıyorum. Sabah güneşi henüz kendini hissettirmeden, hemen yanımda bir hareketlilik hissediyorum, hırıltılı sesler geliyor. Ne oluyor diye başımı tulumdan çıkardığımda sahil köpeklerinden beyaz bir Jojo benle oyun oynamak ister hareketler yapıyor: kuyruğunu sallıyor, havlıyor, patilerini kuma sokup çıkarıyor, üzerime atlar gibi yapıp kuma gömülüyor... Yeni güne azığımı Jojoyla paylaşarak başlıyorum. 

Ereğli

Ereğli merkeze yaklaştığımı gösteren bir anıt gibi devasa duruyor iki gemi. 

Ereğli
Mavi, yeşil ve grinin buluştuğu kentin merkezindeyim artık. Bir yerlerde dinlenmeli, bir yerleri keşfetmeli, tanımalı bu kenti.

Herakles Heykeli, Ereğli
Ereğli, Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahip. Heykelin hemen yanıbaşındaki kitabe kentin nasıl da tarihsel bir değere sahip olduğunu gösteriyor.

Herakles Kitabesi, Ereğli

Herakles (Herkül) Kitabesi, Ereğli

Kitabeleri okumamla bir sonraki istikametim belli oluyor: Cehennemağzı Mağaraları. Ama önce Anıt Çınarların yer aldığı bir çay bahçesinde dinleniyorum.


Cehennem Ağzı Mağarası, Ereğli

Herkül'ün üç başlı canavar köpek Kerberos'u yeryüzüne çıkardığına inanılan mağara su damlamasıyla oluşan doğal havuzuyla ve serinliğiyle etkileyici bir havaya sahip.



Aynı yerdeki bir diğer mağara ise Kilise mağarası. Adı üzerinde bu mağara Hristiyanlığın yasak olduğu Roma döneminde kullanılmaya başlanmış.

Hem mağaralarda hem de yerleşke içerisinde hediyelik eşya satan dükkanlarda olabildiğince zaman geçiriyorum. Burayı, Ereğli'yi, kömürü, binbir emeği hatırlatacak bir hediye almak istiyorum kendime.

Kitaplığımda Ereğli Hatırası

Bisikletime, turuma içten bir samimiyet gösteren dükkanlardan birinden elinde fener tutan bir kömürcü biblosu alıyorum.


Yol Ayrımı, Ereğli

Bu akşamı Zonguldak'a yakın plajlardan birinde geçirmeyi istiyorum, ne var ki mağara ziyaretlerimin uzun olması, yola da gün içinde geç çıkmam kararımı anlık değiştiriveriyor. Yol tam da bu! Her şey birbirine bağlı ve birbirinden etkileniyor, hassas ve bir o kadar da kararlılık isteyen bir var olma çabası.

Yol ikiye ayrılıyor; ya arabaların vızır vızır geçtiği D010 karayolunu ya da sakin, yeşil ve temiz havasıyla ama yüksek rakımlı zorlu köy yollarını tercih etme zamanı.

Bisiklet demek yeni coğrafyaları keşfetmek, tanımak, tanışmak demek. Daha uzun, zorlayıcı ama bir o kadar da harikulade doğası olan köy yollarını tercih ediyorum.


Ereğli'nin köylerince uzanıyor gölgem. Aşağılarda saklı kalmış bir koyun neşesi karışıyor kuş seslerine. Kimim, nerdenim, niye yalnızım... Tırmandıkça gülümsemelerimiz artıyor, Balı köyünde maden suyu ikram eden bakkal, Armutçuk'ta eli yüklü teyze, Kandilli'de köy minibüsü bekleyen ihtiyarlarla...

Nefes al ver, al ver... Tempo tutturuyorum, dilimde bir türkü gibi. 


Terk Edilmiş Kömür İşletmesi, Armutçuk

Sırasıyla yüksek rakımlı Balı, Armutçuk köylerini geçerken bir hayli zorlanıyorum, terliyorum, dolayısıyla sık sık mola vermek durumunda kalıyorum, haliyle güneş yavaştan yeryüzünden çekilmeye hazırlanıyor.

 
Gökçeler

Orda bir köy var uzakta, değil artık; kekik kokularıyla hoş geldin diyor Gökçeler.  

Gökçeler Köyü Okulu

Nerde kalabilirim, neresi güvenli ve doğayla barışık bir kamp noktası olabilir? Gözüme bir okul ilişiyor. Anında kararımı veriyorum.

Gökçeler Köyü Gün Batımı

Okulun etrafını kısmen dolaşıp sabah güneşini ve rüzgarı da hesaba katıp arka tarafta duvar ile genç bir çınar arasına çadırımı kurup yavaştan kararan gökyüzünü izlemeye koyuluyorum. 

Bulutlar son geçişlerini yapıyorlar, güneşin huzurunda, çınar yapraklarının hışırtıları değişiyor an be an...  

Sabah son derece halsiz uyanıyorum, muhtemelen bir önceki gün zorlu rampalarda aşırı terleyip sonra da rüzgarı yememle alakalı. Yine de eşyalarımı toparlayıp yola koyulma vakti, ama bir yerlerden sanırım okulun bahçesinden sesler geliyor. Başımı kaldırıp duvarın üzerinden bakıyorum, bir adam ve kadın aralarında konuşuyorlar. Sanırım öğretmenler diye düşünüyorum. Kadın, duvarın arkasında birisi var diyor, birkaç dakika sonra da 50lerinde bir adam duvarda bitip selam veriyor.

Hızla kendimi tanıtıyorum, kadın Beden Eğitimi öğretmeniymiş, beni bisikletli görünce oldukça seviniyor, fotoğraflarımı çekiyor öğrencilerine göstermek için. Okul görevlisi olan bey de çay ikram ediyor. Yola, yolculuğa, bisiklete dair konuşuyoruz. Kamp için Tas Gölünü öneriyorlar, güzeldir, yolunun üzerinde mutlaka görmelisin.

Köyden geçerken çocuklar sarıyor çevremi. Çeşme var mı çocuklar diyorum, hiç suyum kalmadığından. Bir çeşmeye götürüyorlar beni hemen, ve her şeyi inceleyip bir sürü soru sormaya başlıyorlar. Çocukların meraklı hallerini seviyorum. 


Tas Gölü Rehberlerim Soykan ve Enes (soldan sağa)

Turist miymişim ben? Öncekiler hep Alman, İngilizmiş! Her yanım meraklı bir enerjiyle sarmalanıyor, serin bir şeyler ısmarlıyorum köy bakkalından, keyfimiz gıcır. Temiz, meraklı, cesur çocuklar... Beşiktaşlı Soykan ve Fenerli koşucu Enes eşlik ediyor biraz uzaktaki Şelale ve gölete. Mutlular, mutluyum! Güzel paylaşımın yaşı var mı? 

Tas Gölü

Gölete giriyorlar, oyun modları yüksek, ben de ilkin girmek istiyorum ama rahatsızım hala. Suyun sesi o kadar meditatif ki burayı kamp alanı seçerek uzun süre kalıyorum.


Tas Gölü

Enerjimi toplayana kadar birkaç gün boyunca telefonumun pek de çekmediği hafta içi sakinliğinde geçiriyorum.


Kendime gelme sürecimde kamp alanının gece vakti bekçiliğini de yapan köpeklerden tırım tırım tırsan bir kedicik kampımın neşesi oluyor, ta ki köpekler kovalayana kadar. 

Masadaki kitap Ralph Waldo Emerson'ın (1803-1882) "Yaşamın İdaresi" kitabı. Emerson, Amerikan Aşkıncıları'nın (New England Transcendentalists) başlıca ismi. Çevirmen Aytek Sever'in yazdığı önsözde Aşkıncılar için, "insanın yüzünü önce kendine, sonra doğaya dönmesini, şeylerin görünür düzenini aşarak onun ardındaki güçlerle (Tanrı''yla) bağ kurmasını ve böylece varlıkların tümünün birliğini kavramasını temel alan bir düşünüşü temsil ederler" diyor.

Aşkıncılardan tanıdığım ilk kişi Henry David Thoreau, "Sivil İtaatsizlik ve Walden Gölü" kitabıyla derinden etkilemişti beni.  



Yapraklar sakince düşüyor suya, su ki evvel zamandan akıyor, akıyor... andaki sonsuzluğa. 

Birkaç günlük dinlenmeden sonra artık Tas Gölünden ayrılma vakti. Tas Gölü, genelde günübirlikçilerin, gelin ve damatların fotoğraf çekimleri için geldiği bir kamp alanı havası verdi bana. Çekim merkezi elbette o minik şelale ve oluşturduğu küçük gölet. Herhangi bir yapılaşma olmaması ortamı huzurlu kılıyor. Benim dışımda arabalarıyla gelmiş birkaç kampçı daha vardı. Benden önce de, sanırım bir yıl önce bisikletli bir kadının geldiğini söyledi kafede genç. Fenomenmiş abi, dedi. Kim, adı ne dedim? Melke'ydi sanırım dedi. Siz de fenomen misiniz, diye sordu? Popüler değilim, kendi çapımı genişletiyorum diye düşünürken meraklı gence sadece yok yok deyip gülümsedim.

Köy yollarında tırmanmaya devam, harikulade yollar. Her yer fındık bahçesi. Meyvelerini yere bırakmış bir elma ağacı görüyorum, göz hakkımı alıyorum fazlasıyla. Bisiklet turunun en sevdiğim yanlarından biri de uygarlık öncesinden gelen avcı-toplayıcı geleneği bana kısmen yaşatması. İç güdüsel hareketlerle zamanda bütünleşmiş bir hissiyata kapılıyorum.

Ballıca Köy Kahvesi

Ballıca'da bir köy kahvesine oturuyorum, amacım biraz dinlenmek biraz da köyün sakinleriyle sohbet etmek. Kahve masasına otururduğumda hemen yanımdaki Alamancı Mustafa Abi gazetesini pür dikkat okuyordu, selam verip masaya oturduğumda gastesini bir güzel katlayıp çay söyledi, seyyahın halinden anlayıp. Sonrasında Fındıkçı Dursun Abi ve de 4. sınıf öğrencisi Poyraz bisikletiyle çıkageldi merakından. 

Mustaba Abi köyün bir hayli Alamancı nüfusundan, yıllar sonra emekli olup gelmiş, bir çoğu da yazları geliyormuş Ballıca'ya. Almanya'yı, insanların güzel erdemlerini anlatırken şöyle bir anısını paylaştı bizimle: Almanya'nın ıssız bir yerinde yolda kalmış arabası arızalandığından. Sonrasında bir araba durdurmuş, arabada bir Alman ile genç bir kadın varmış, adama anlatmış durumu, adam da üşenmeden arabasına bağlamış Mustafa Abinin arabasını ve km'lerce çekmiş. Nihayet tamirci bulabileceği bir yere geldiklerinde teşekkür edip karşılığında para vermek istemiş. Alman kabul etmemiş, bugün sana yarın bana demiş. İşte, diyor Mustaba Abi, adamlardaki insanlık böyle.

Poyrazın pek sesi çıkmıyor, gözü kahvehanenin bir köşesine yasladığım bisikletimde. Öğretmen olduğumu söyleyince neler geçiyor aklından okuyamıyorum ama Dursun Abi lise zamanlarındaki genç kadın öğretmenin giydiği kısa eteğin ahalide yarattığı rahatsızlığı anlatıp Ballıca'yı anlatmaya koyuldu köyü merakıma cevaben. Ereğlinin en büyük köyüymüş Ballıca, kömür işletmesi varmış eskiden, şimdi de fındıkla geçiniyormuş. Harikulade bir doğası var. Birkaç km ötede köylü denize girebiliyor. Biz bu sohbete koyulmuşken yan masalarda ahali kağıt üstüne kağıt atıyor heyecanla. Yolcu yolunda gerek diyorum ellerini sıkaraktan, uğurlarını alıyorum... 

Sücüllü

Köy köy yol alıp Zonguldak'a bağlanmayı isterken, aşırı terleyip rüzgara maruz kalmam ve saatin de ilerlemesiyle D010'a bağlanıyorum Ballıca'dan sonra.


Günbatımı Restoran

Güneş denizde batacak bir saat içerisinde. Adı Günbatımı olan bir restoranda duruyorum. Harikulade bir manzarası ve güzel bir bahçesi var. Niyetim biraz dinlenmek, birşeyler yemek, enerji toplayıp birkaç km ilerideki Saklı Bahçe plajında kamp yapmak, ne var ki işletmeciye bu fikrimi söyleyince yolun plaja dönen kısmı için fazladan yol yapıp geri dönerek plaja varabileceğimi söyleyip bahçesinde kalmamı teklif ediyor, daha önce de bisikletlileri misafir etmiş, bisiklet dostuyuz diyerek kalbimi kazanıyor. Şark köşelerinden birine tulumu seriyorum, çadır kurmaksızın.

Günbatımı Restoran

Mekancının oğlu akıllı mı akıllı, şirin mi şirin... Akşam vakti bir güzel sohbet ediyoruz, bisikletini getiriyor, onunkiyle benimkini karşılaştırıyoruz, kaç km sürdüğümü soruyor, umarım hayalinde bisiklet turu canlanıyordur. Çocuklarla etkileşimi önemsiyorum, hayat bu safha üzerinden boyutlanıp zenginleşiyor. Kahvaltıdan sonra da beni uğurluyor. 


Zonguldak

Emeğin, mavinin ve yeşilin kenti Zonguldak'a varıyorum.

Zonguldak

Sehir merkezindeki sakin limana doğru sürüp, çay bahçelerinden birinde seyredalıyorum maviyi, aklımda kömür karası, Varagel Tüneli.



Bir zamanlar limana kömür taşımak amacıyla açıldığını düşündüğüm tarihi Varagel tüneline giriyorum. Işıklandırması neredeyse yok, bir kömür işçisinin haleti ruhiyesiyle değil elbet ama yaşam mücadelesinin zorluğunu içime çekerek ilerliyorum kömür tünelinde, dilimde de Grup Yorum'un Madenci şarkısı.


Zonguldak - Amasra

Tatil günü Pazara denk geldiğinden Zonguldak Maden Müzesini gezemeden denize paralel ilerleyerek sırasıyla Kilimli, Muslu ve nihayetinde kamp yapmayı düşündüğüm Göbü'ye varmayı hedefliyorum. 


Zonguldak, Uzunkum Plajı

Hava sıcak, zamanım var, dolayısıyla denize girmek istiyorum Kapuz plajında. Ne var ki o kadar kalabalık ki sadece fotoğrafını çekip haritada biraz ileride görünen bir plaja, Uzunkum plajına yol alıyorum. 


Kilimli

Serinleyebilmek için dalgalarla biraz boğuştuktan, rengarenk ve incecik kumsal taşları üzerinde sızdıktan sonra birşeyler atıştırıp yola koyuluyorum yeniden. Kilimliye doğru rakım gittikçe artıyor, ter içerisinde kalıyorum. 


Çatalağzı

Kilimli bitimiyle kömür kokuyor doğa. Devasa bir kömür işletmesi Çatalağzı. 


Çatalağzı Termik Santrali

Çatalağzın'da kararıveriyor yeşil, Orhan Veli'nin sesini duyuyorum kara elmas yüklü katarda:  

"Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz’i
Balkaya’dan Kapuz’a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
EKİ’nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.
Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası?"

Çatalağzında emekçi bir bisikletli

Kara elmas katarından trafik tıkanıyor, her şey duruyor, bir tek bisikletine kesilmiş ağaç gövdesini istiflemekte zorluk çeken emekçi durmuyor, dengeyi sağlayamıyor. El veriyorum, sorun dengeden ziyade bir kütük daha ekleyebilmekte, bisikletli dayanışması ruhuyla yardım etmeye çalışıyorum, olacak gibi değil.


Göbü

Muslu'dan Göbü'ye devam etmem gerekiyor, hava kararmaya yakın, rakım gittikçe yükseliyor, kimi yokuşlarda inip iteklemek zorunda kalıyorum. Nihayet Göbü'ye vardığımda, kumsala çadırımı kuruyorum hemen ve arkadaki gazino şarkıları eşliğinde yorgunluk biramı yudumluyorum.


Göbü

Denize yine keyif alarak giremiyorum, dalgalar hala haşin. Güçlü bir kahvaltının peşi sıra yeniden yola düşüyorum, rakım gittikçe yükseliyor. Terimi silerken gece nerde uyuduğumu, yıldızları izlediğimi, Ferdi Tayfur şarkılarına maruz kaldığımı alnımdaki teri silip görsel hafızama kaydediyorum. 

Denize paralel bir sonraki durağım Filyos. 
 
Filyos, tarihi ismiyle Tion. Milattan önce 7. Yüzyılda Tion önderliğinde bir rahip tarafından Milet kolonisi olarak kurulmuş ve günümüze yazlıkçı beldesi olarak evrilmiş! .
 
Filyos'ta bir cami kalıntısı

Çarşısından geçerken ilk defa bir caminin yıkıldığına şahit oluyorum. Durup fotosunu çekerken yoldan geçen bir amca daha büyüğü yapılacak diyor, endişelenme der gibi.

Filyos, Ateş Tuğla Fabrikası

Beldenin orta yeri devasa bir Ateş Tuğla Fabrikası. Filyosun çoğu yerlisi ekmeğini buradan çıkarmış vakti evvel. Özelleştirilince kapanmış! Şimdi de 1. Derece sit alanından çıkıp 3. Derece sit alanına dönüşünce imara açılması gündemdeymiş.


Filyos

Tarihin kıyılarına rant dalgaları vuruyor gibi. Sanırım Filyos'u anca gün yüzüne çıkartılacak Tion kenti kurtabilir.
 
Filyos kalesi güvenliğiyle çay eşliğinde bir güzel sohbetimizi gelen turist kafilesi bozuyor, teşekkür edip yola koyuluyorum yeniden. Rotam Güzelcehisar lav sütunları, ne var ki yol ayrımını kaçırıp kendimi D010'da buluyorum. Geri dönmek için enerjim yok, vakit akşama doğru. Bartın'a merkeze doğru sürüp uygun bir yerde geceyi geçirmeye karar veriyorum.

 
Bartın

Karayolunda gözüme çarpan bir çeşmede durup serinliyorum, az biraz ileride köylü bir kız inekleri önüne katmış sürdükten sonra meralık alanın kapısını örtüyor. İşte kamp noktam, diyorum!

Bartın, Kemer Köprüsü

Sabah erkenden silah sesleriyle uyanıyorum, evet bugün bayram! Civardaki köy ahalisi art arda sıkıyor. Birşeyler atıştırıp yola koyuluyorum. 
 
Bartın'da taş taş üstüne iki gözlü Kemer Köprüdeyim, başımda ulu çınarlar, sağımda solumda kedişler bayram kahvaltısı yapıyoruz, salamları benden. 
 
Amasra'ya fazla kalmadı. Bugün son günüm olabilir. Haritaya baktığımda ya D010'dan bayram trafiğine maruz kalarak ve zayıf güvenlikli tünellerden geçmek zorunda kalacağım ya da yüksek rakımları göze alarak Kuş Kayası Yol Anıtı'nı görerek daha yeşil ve güzel bir yolda ter dökeceğim. Zor, ama güzel olanı seçiyorum.  
 

Bartının dağ köylerini, köylülerini selamlıyorum yükselen rakımlar boyunca ve karşılaştığım en güzel çeşmenin suyunu içiyorum serin serin. Üç gözlü kadim çeşmenin kitabesi Arapça, muhtemelen Osmanlıdan kalma: sanırım Hicri 1356 tarihli.
 
Amasra, Kuşkayası yol anıtı

Eski Amasra yolunda Kuşkayası yol anıtı, modern insanımızın talanına rağmen yine de ihtişamlı. Niye böyleyiz, neden bu tahripkarlık?
 
Amasra, Kuşkayası manzarası
 
Roma döneminden kalma (MS 1. yy) Anadolu'daki tek yol anıtı Kuşkayasının harikulade bir manzarası var, mızıkam eşliğinde sonsuz maviye kavuşuyorum.
 
Amasra göründü!

Ve 2. Mehmed'in "çeşm-i Cihan bu mu ola, lala?" dediği rivayet olunan Amasra. Belki de aynı noktadan bakıyoruz, kim bilir? 

Amasra

Bense aklımda, hafızamda birikmiş yığınla anı, ter ter yol olmuş emek, yaklaşık 500 km süren turuma son veriyorum. Kişisel duvarlarımda doğaya, insanlara açılabildiğim alanlar yaratabildiğim için berhudar dönüyorum başladığım noktaya. 

Amasra
Ve nihayet Amasra. Amaç varmak değil, var olmak, yolda olabilmekti km'lerin neler getireceğini bilmeksizin. 

Amasra

En hızlı, nasıl bir an önce gidebilirimin muhasebesi değildi bu yolculuk. Bilmediğim bir coğrafyayı koyları, plajları, ormanları ve insanlarıyla tanıma isteğimdi. 
 
Amasra

Hız iktidardır, bense yavaştım. Kimse ve hiç bir şey üzerinde tahakküm kurmaksızın, kuşların semada süzülüşleri, kelebeklerin çiçek çiçek kanat çırpışları gibi yol aldığımı hissettim çoğu zaman. .

Köy kahvelerinde soluklandım, yer yer hikayelerini, anılarını dinledim çayların peşi sıra. 

Amasra

Köyler, köyler... ne güzeldiler. En çok da köy çocuklarını sevdim, saf meraklarında bir hayali canlandırdım muhtemelen; bisiklet büyüdü, dünya küçüldü belki de heyecanlı gözlerinde. 
 
Amasra

Amaç varmak değildi. Ön teker hayalim, arkası azimdi sadece ve nefes aldım, verdim... Yolda var oldum, en azından denedim. 
 
Amasra

Şimdi dinlenme ve demlenme vakti yaşananlardan hikayelere, yeni karşılaşmalara doğru... 
 
 
 
 

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 3. Bölüm (Kilimli - Sakarya Nehri)





Kilimli’nin dalgaları yeni günde daha da heyecanlı. Kıyıya yaklaştıkça büyüyorlar. Yeni bir güne yüzerek başlamak, denizde sırt üstü uzanmak, çakıl taşlarının dip akıntılarla çıkardıkları çıtırtıları dinlemek, gözlerimde gök mavisi enginliğini yaşamak istiyorum. Ne var ki kendimi denize bırakamıyorum bile, dalgalar sadece denize ait...
 



Kilimli
Gün doğumunda, dalgaların sesleriyle uyanıp bu anı, dalgaları içime çekiyorum, rüyaların kuytusuna dönmeden.





Kilimli
Ben rüyaların kuytusundayken Tobi'nin kamerasından Kilimli plajına kurduğumuz çadırlarımız ve büyükçe bir kayaya yasladığımız bisikletlerimiz.






Dalgaların kıyıya gümbürdeyerek çarpışlarından, biralarımızı yudumlarken hemen yanıbaşımızda kanat çırpmaksızın süzülen martılardan, yamaçlarda gece boyunca yanan kamp ateşlerinden, kampçılardan arda kalan poşetleri karıştıran keçilerinden ayrılma vakti artık.





Bağırganlı


Kilimli'de giremediğim denize Kerpe'de girebileceğimi hayal edip kıyılar boyunca kanatlanıyoruz, kayalıklar gittikçe morfolojik bir değişime tabi. 




Bağırganlı

Karadenizin aşındırdığı Kayalıkları seyredalıyoruz, aldığımız yolların sesini taşıyor dalgalar.



Bağırganlı

Kayalıkları seyredalıp yeniden yola koyulmak üzereyken iki bisikletli bize doğru yaklaşıyor. Farklı noktalardan yola çıkıp aynı noktada bir araya geldiğimiz hoş bir tesadüf bu. Tanışıyoruz... Hafızamda kalan izde biz hala birbirimize geçtiğimiz yolların güzelliğini gülümseyerek anlatıyoruz. Yavaşça alınan yol asla unutulmaz. Seyyah ruhların bisikleti tercih nedenlerinden biridir bu,  iki teker göçebeliği.



Seyrek


Yol boyunca neredeyse her 10 km'de bir plajla karşılaşıyoruz ve buralar otelleşmeye maruz kalmamış durumda, kamuya aitler ve serinleyip dinlenmek için harikuladeler.



Şimdi de Seyrek'teyiz. Gördüklerimiz arasında en sakin plaj. Su molası veriyoruz, bu esnada genç bir adam merakla bize doğru hızla geliyor. Çok merak ediyorum ne soracağını, agresif bir ifadesi var. Umarım sıkıntı çıkarmaz, diye içimden geçirirken sıradan soruları yanıtlamaya başlıyorum.  Sorular, sorular... Tobi'nin Alman olduğunu öğrenince sohbet hiç beklemediğim bir şekilde, Almanca devam ediyor. Genç adam Alamancı çıkıyor, burası da onun köyü.



Yol boyunca Almanya'daki Türkler üzerine konuşmamıza vesile oluyor otuzlarındaki bu Alamancı adam. Arada kalmışlık hallerini, yabancılık, aidiyet duygularını yorumluyoruz nefes alıp verdikçe tempo yapmaya çalışarak.



Tobi, bisiklet yarış takımından kalma tekniklerini paylaşıyor benle, tempo tempo... Bu noktadan sonra nefesim ve pedal döngüm arasında bir senkron tutturuyorum tur boyu.




Sarısu





Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver... tempo, tempo... ormanlık bir yoldan geçiyoruz, kelimelerimiz heyecanlı ve terli. Yol bizi bu sefer de Sarısu plajına çıkarıyor. Her gördüğümüz yer ilk defamız. Denize paralel bir çay Sarısu. Tek tük insan çay kenarına çektikleri sandalyelerden keyifle olta uzatıyor zamana.



Rengi mavi adı sarı olan çaya paralel bir aile işletmesinde gözleme siparişi veriyoruz, gözlemeler pişedursun hemen yan masada Kocaeli’nden gelmiş rehabilitasyon sürecindeki hastaların sorumluluğunu üstlenen emekli ve meraklı bir öğretmenle sohbete dalıyoruz. Tercüman oluyorum: yine sorular, sorular... Grubu bu sakin yere getirmişler günübirlik kamp moduyla. Şapkalı oğlunu tanıtıyor bize, 90lı yılların birinde üniversite giriş sınavında dereceyle Boğaziçi’ni kazanmış, sonrası şizofren. Konuşmuyor, başı öne eğik, arada bir beyaz şapkasının altından bize bakıp gülümsüyor.



Bisiklet turu sürpriz kişilere ve diyaloglara açık kendiliğinden bir akış. Bir kez yaşanabilecek bir paylaşım. Ne hastaları ne de sorumlu öğretmenleri görebileceğiz bir daha. Bunu bilmek sohbetlerimizi daha da hoşgörülü, empatik, düşünceli ve eğlenceli kılabiliyor. Selametle ayrılıyoruz birbirimizden.








Tobinin çok önceden tasarladığı kamp noktası Kerpe'nin eski burnu olmasına rağmen, ısrarımla yol üzerindeki küçük bir koyun dalgalarına bırakıyoruz gecemizi, bedenlerimizden sonra...



İri çakıl taşlarının arasından denize uzanıp günün yorgunluğunu bir nebze de olsa atmaya çalışıyoruz, ama dalgalar şiddetiyle yine bizi uzaklaştırıyor kendinden.



Kayalara şiddetle çarpan dalgalar kendi dünyamızda sonlanıyormuşçasına çadırlarımıza çekiliyoruz erkenden. Sabah dalgalar eşliğinde uyanıp yeni günün fermuarını çektiğimde dudaklarımda amatör mızıkam... Nefesim dalgalara karışıyor.



 
Babadağ Kayalıkları


Tobi bir Alman disipliniyle çoktan hazır, ben daha çadırı toplamadım bile. Bugün beraber yola koyulacağımız 3. gün.



Rotamızda kayalıklarıyla ünlü Kerpe var.




Kerpe
 
Kerpe'ye, kayalıklara ve denize vardığımızda Hür bize sürpriz bir ziyaret yapıyor. Daha bir güzelleşiyor mavi.

Yola, yolculuğa, hayata dair son felsefi konuşmalarımızı yapıyoruz incir ağacının altında. Buda’nın Nirvana’ya bir incir ağacı altında ermesi gibi biz de hayatı sorgulayan iç sesimizi paylaşıyoruz birbirimizle, sonrası balıkların hafızasında. Yollarımız bu kayalıklarda ayrılıyor. Tobi kendi yolcuğuna yüksek rakımlı yerlerden İran'a doğru devam edecek. Bense Hür'le birkaç gün kendi dünyamıza kamp kuracağız. 

Artık bu andan sonrasında Tobi'yi instagram adresinden merakla, keyifle ve özlemle takip ediyorum. 

Yol tesadüf karşılaşmalara gebe. Dünyalarımızı ter döke döke aldığımız yol tanıştırdı, hayat devam ediyor, yine yeniden karşılacağız. 

Tek başına yol almak ile arkadaşla yol katetmek aynı şey değil. Tobi de tek çıktı yoluna, ben de. Ona takılıp gidebildiğim kadar yol alabilirdim, ama bu onun yolu, benimki de yolda çizilen bir rota. İkimiz de kendimizi yolda var etmeye çalışıp, yaşadıklarımızı yazıyorduk, yani hikayelerimizi. 

Nereye doğru gidiyordum, nerde bitirecektim? Bu soru nefes alıp verdikçe kendini her gün bana hatırlatıyordu, ben hatırlamasam bile yol halime şahit olanlar merakla soruyordu.

Yol boyunca aklımdan geçen olası varış yerlerinden biri de Sinop’tu. Karadeniz’deki en uç noktasına kadar gitmek, Sabahattin Ali’nin bir yıla yakın yattığı, şu an müze olan Sinop Cezaevini gezmek, Mayıs 1933’te yazdığı, sonradan bestelenerek popülerleşen “Hapishane Şarkısı”nı sırtımı nemli koğuş duvarına  dayayarak, belki de dışarıdaki sonsuz mavinin deli dalgalarına inat okumak istiyordum:


“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma 


Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma 


Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma 


Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla Allah'a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma 


Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma”





Kerpe



Görsel açıdan harikulade heybetleriyle uzanan kayaları saatlerce fotoğraflıyoruz. Işık daha da güzelleşecek, hislerimiz de. Hür, orta format filmli fotoğraf makinesiyle, bense emektar Nikon D40 ile kayalıkların, denizin ve günün ruhunu kadrajımıza alıyoruz.



Kerpe


Mavi ufku izleyip hayallerini ve sevgilerini yenileyenler de aynı kayalıklarda, onlarca metre yükseklikten ölüme meydan okuyanlar da.




Kerpe
Köpük köpük esintiye doğru yol alıyoruz, kayalıklar göz göz.



 

Kerpe


Meditatif bir etkisi var buranın, gökyüzü, bulutlar, dalgalar... hepsi bir arada bir şeyler anlatıyor. Saatlerce dinliyoruz.



Haritadan Kefken yakınlarındaki pembe kayalıkları tespit etmeye çalışıyoruz, bir sonraki fotoğraf durağımız burası.





Kefken

Bir kaç saat boyunca dalgalar kayalıkları dövdükçe deklanşöre basıyoruz. Ellerinde telefonlarla akın akın geliyor insanlar...



Kefken

İnanılmaz dalgalar gökyüzünde patlıyor, doğanın ve insanın varoluşunu fotoğrafladıkça mekana ait hissediyoruz kendimizi.



Kefken


Gün birkaç saat sonra erecek, o vakte kadar şansına olta sallayan balıkçı kaç balık tutacak bilemeyiz, ama artık son gecemiz Hürü'yle.




Kefken

Kefken limanında kamp attığımız plajda ve çay bahçesinde mutluluğumuzu ve hayallerimizi paylaşıyoruz son kez. Yarın herkes kendi hikayesine dönecek. 

Tek başıma çıktığım yola, şimdiden özlemeye başladığım arkadaşlıklarla devam ediyorum, olması gerektiği gibi.



Başoğlu


Kadim bir gelenek seyyahların duasını almak, ne var ki yol boyunca susuz, bozuk, kırık birçok çeşme var ve hala üzerinde hayratıdır yazıyor meftunun ismiyle, üzücü.





Köy yolları sessiz, tenha ve ağaçların gölgesi hala satılık değil; meşe yapraklarının hışırtısını duyabiliyor, fındık hasadına giden köylünün selamını alıyorum. 




Camitepe


Sakarya nehrinin döküldüğü ağızda kamp yapmayı düşünüyorum hava kararmadan, bir yandan da yorgunluğumu atacak bir kahve içmenin arayışında gözlerim. 





Yolun hemen sağında kümelenmiş betonlardan birini gözüme kestirip bisikletimden inerek yürümeye başlamamla bekçi köpekleri havlayarak bana doğru koşuyorlar. Köpeklerin ardından da fotoğraftaki adam beliriyor, heyecanlı ve meraklı bir havayla. 





İhsaniye


Merhaba, seferiyim, bir kahve içimlik soluklanayım diye durdum, maşallah köpeklerin hemen gördü beni diyorum. Hızlı konuşup, bir sürü soru soruyor. Nereliyim, nerden geliyorum... Zararsız olduğumu anlayınca kendini anlatmaya başlıyor. Yolun hemen karşısında verimli bir arazide otururken şerefsiz arabacılar (büyük bir araba markasının satış ve teknik servis yerleşkesini gösteriyor) gelip yerlerinden ettiler beni diyor, hemen şu ağaçların orda kulübede yaşıyor, tarlalara gözkulak oluyorum, diyor. 



Kahveler içiliyor, sonrasında beni uğurluyor, yeniden yola koyuluyorum, köpekler peşimde değiller artık, sadece gidişimi izliyorlar.




Sakarya Nehri, Karasu
Sakarya nehrini karayolu köprüsünden izliyorum. 824 km uzunluğuyla Türkiye'nin en uzun üçüncü nehri hemen ileride Karadenize kavuşuyor.  

Hava kararmadan bir an önce kamp noktası bulmalıyım. İleride nehrin denize kavuştuğu sağ tarafta şansımı deniyorum, ama fotoğraf çekimine gelmiş gelin-damat, arabalarının içinde biralarını yudumlayanlar, akşam gezintisine çıkanlar... İçime sinen bir nokta göremiyorum. Şansımı bir de nehrin diğer yakasında denemek için hızla pedal çeviriyorum. 

Nehrin ağzına yakın kumsala geldiğimde artık bisikleti itekleyerek sote bir nokta arıyorum. 


Sakarya Nehri, kamp noktam


Hemen ileride tek ağaç adeta beni çağırıyor. Geniş yapraklı kum bitkileri arasına hızla çadırı kurup bisikletim Samsarayı yatırıyorum. 



Birazdan güneş batacak ve bir nehrin denize döküldüğü yerde ben de uykuya kavuşacağım. Derken yaklaşık birkaç yüz metre arka taraftan sesler gelmeye başlıyor, merakla ve çekinerek çadırdan çıkıp baktığımda üç beş akşamcının arabanın arkasından çıkardıkları sandalyeleri dizip ateş yaktıklarını görüyorum. Bütün gece yanan ateşin çıtırtılarında alkollü muhabbetleri kimi zaman kahkaya dönerken ben de önce telefonun sosyal dünyasına sonra da kendi rüyalarıma dalıyorum.












Upuzun bir ırmak Sakarya diye başlıyor dizelerin gözü ve denize kavuşuyor yalnız bir ağacın nazarında, her gün ve gece, nefesim şahitliğim...





Güneş hararetiyle uyandırıyor yorgun bedenimi. Kahvaltımı yapıp köpüklü kahvemi yudumladıktan sonra çadırımı ve eşyalarımı derleyip Samsaraya yerleştiriyorum. Yeni güne, yola, insanlara ve hikayelere hazırım. İlk pedalı çevirmeden önce, beni gece ağırlıyan dünyanın bu noktasına mızıkamla nefes veriyorum.

Kilimli - Sakarya Nehri bisikletli tur tarihi: 9 Ağustos - 13 Ağustos 2018







Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 1. Bölüm (Çekmeköy - Eşek Adası)

Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 2. Bölüm, (Eşek Adası - Kilimli)


Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 4. Bölüm, (Sakarya Nehri - Amasra)