3 Eylül 2018 Pazartesi

Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 1. Bölüm (Çekmeköy - Eşek Adası)



Bir çocukluk hayali desen, değil; bir deneme desen fiziksel, değil. Bu bir var oluş hali: yalnızsın ve sadece gideceğin yönü biliyorsun.


Zamana, enerjiye ve beni mağdur etmeyecek ekipmana sahiptim. Enerjimi ter ter akıtarak birkaç hafta süresince bikecamping (bisikletli kampçılık) moduyla, henüz ranta maruz kalmamış köylerden geçerek kumsallarda yıldızları izleyip yavaş ve yoğun bir akış yaşamak istedim, kendime ve hiç kimseye bir şeyler ispatlamaya çalışmaksızın.

Benle beraber aklımda kısa bir zaman önce gördüğüm bir söz de pedallıyordu: "Stay Strong & Believe in Yourself" (Güçlü Kal ve Kendine İnan)

Çavuşbaşı

Çekmeköy'den çıkalı henüz bir 5 km civarı oldu ve küçük bir mola vermek istediğim bu duvar sanırım "Yeni" Türkiye'yi iyi anlatabilen bir duvar resmi: Doğaya açılan rant penceresi!

Foto çekiminden sonra tam ayrılmak üzereyken selam verip ne içersin teklifiyle elinde iki kırmızı nescafe kupasıyla gelen emlakçının aynı zamanda duvarı resimleyen kişi olduğunu öğreniyorum. Doğanın nasıl da hunharca talan edilmesinden çaresiz bir üzüntü hissine kapılıyoruz emlakçı arkadaşla!


Alelacele, sohbet etmeksizin yol almak isteyişimi iki fincan kahveyle durdurmasıyla ilk dersimi alıyorum yola dair. Ne için çıkmıştım ki bu yola? Tanımak değil miydi? Büyük ihtimalle ne internette ne TV'de göremeyeceğim, bir yerlerde okuyamayacağım insanların, mekanların hikayelerini dinlemek ya da en azından kendimce görmek değil miydi asıl motivasyonum?! 


https://www.instagram.com/p/Bl48NJQBUqe/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=1t5e5tcz3fths
Polonezköy

Yol biraz da tazelemektir kendini; yavaşlığın görsel ve sosyal zenginliği ruhunu beslerken her şeyini taşıyan bedenin güce ve zindeliğe ihtiyaç duyar.

Kahve kokusuna gök gürültüleri karışıyor. Bulutlar kara, alınacak km'ler var hala.  


Cumhuriyet
Ve yakalanıyorum, telaşlanmadan bir ağaca sığınmak tek çare. Yağmur, önce sakin, sonra şiddetli... Bekliyorum sabırla ve büyülenmişçesine, o anda her bir yağmur damlasını görüyorum adeta! Gittikçe hızlanıyor, hızlanıyor... üzerime ve zamana yağıyor, yağıyor ve birden, bütün duaları kabul eylemişçesine diniyor. Kuşlar yeniden ötüşüyor, bir karga elektrik direğine tünemiş kendini kurulamaya koyulmuş bile. Seyredalıyorum... yeryüzü ıslak, gökyüzü huzurlu. 



Bisikletin örtüsünü kaldırınca iki teker yeniden dönmeye başlıyor.Ama yağmur bu, eylemi sever, yağar. Diner gibidir, yeniden yağar. İshaklı köyü sapağına varmadan bordo mavili kaldırım arasından uzanan yolda bir inek sürüsü duruyor, bekliyor, işiyor... hiç bir şeyi umursamaksızın.  Yavaşça yaklaşıyorum, başlarını çevirip koca gözlerini bana dikiyorlar. Gözlerinde bir anlam arıyorum, çekingen ve huzursuzum. Neyse geçiyorum, ama aklımda asfalt inekleri hala yürüyor ıslak ıslak.

Sapağın rampasına başlar başlamaz yağmur atıştırmaya başlıyor yeniden, köyün kahvesine sığınıyorum. Herkesten yaşlı çaycının kırış kırış ellerinden acı çaylar içiyorum. Gözüm, ıslak inek yürüyüşünde, kulağım yan masadaki adamların şu araba, bu araba mukayesesinde. İnekler geçti, yan masanın tek gözlüklüsü de gazetelerin sayfalarını daha hızlı çevirip gitti. Zenginin arabaları biraz daha yol aldı züğürdün hayalinde, sigaralar yandı, söndü...

İshaklı sapağından Kılıçlı köyüne çıkan yola damla damla iz bırakıyorum şimdi. Rakım gittikçe artıyor, nefes alış verişlerim de... Yüklüyüm, hantalım, sanırım bu tura hazır değilim. Duruyorum, yükseldiğim geçmişime bakıyorum. Yeşil üzerine dümdüz çizilmiş gri bir yoldan otomobiller uçuyor, daha çok nefes çekiyorum arta kalan yeşilden ve devam...

Vakti gelince gölgesi satılacak Ayhan Şahenk Sevgi Ormanından pır pır havalanıyorum, öylesine eğimli çiçekli bir yol. Kamyonlar çiçekleri koklayamaz, tozlarlar işçi arıları şoför olmuş memletimde. Gözleme göbekli şoförlerin arasından Kurna'ya kavuşuyorum. Deniz bir manzara değil artık!

Kumsalda sürüklediğim bisikletim yine bir inekle karşılaşıyor. Upuzun plajda yalnız bir inek, birkaç tatilci ve bisikletli bir ben...

Kurna
Hava sıcak, deniz serin. İnek de, ben de denizi seviyoruz! Biz onu kumsal, plaj olarak isimlendirsek de canların habitatına ait toprak parçasıdır aslında. Bunu inek bilir de biz ineği görünce şaşırırız.

Birkaç yıl önce keşfettiğim Kurna, pazar hariç sakin bir tabiata sahip. Dalgaları dinlerken, plajın sona erdiği tepeden tek sıra hızla inen atların suya kavuştukları anın heyecanını yaşıyorum. 


Kurna

Gün doğumu ve batımı arasında bize sonsuzluğu hissettirecek anlar yaşayabiliriz: kuşların yumuşak kanat çırpışlarıyla rengarenk bulutlar arasından uzun uzun süzülüşünü izlemek gibi ya da dalgaların meditatif etkisiyle evreni daha derinden hissedebilmek gibi... .

Gün, başlangıcı ve bitişi olan bir aralık değil, bir döngüdür tıpkı hayat gibi.


Karadenizi dinliyorum, martılar kanatlarını çırpıyor hırçın ve kızgın dalgaların ötesinde, bazan da kaya balıklarının peşi sıra yüzüyorum huzur içerisinde. Bir yunus görüyorum tek başına, kayan bir yıldız daha sonra... doğayla öylesine birleşiyorum ki zamanla yalnızlık dikkat çekiyor. 

Kum, kum...  Gündüz cehennem, akşam serin. Kamp ateşinin çocuksu heyecanıyla şarabi yıldızlardan geleceği ya da geçmişi değil, tam o anı tadıyorum. Kekremsi bir ümitle çakır çakır keyifler parıldıyor evrende, közler şahidim.



D020 Şile yoluna bağlanmadan önce, Kurna'dan sonra Karadenize paralel uzanan sırasıyla Sahilköy, Doğancılı, Alacalı ve Sofular köylerinden keyifle, kimi zaman mülk köpeklerinin kısa mesafeli kovalamaca ve hırıltılı havlamalarıyla heyecanlı geçiyor iki tekerim ve nefesim.

Uzun ve geniş bir yol D020, arabalar hızlı, insanlar aceleci... Bense yavaş ve sakin. Kaçınılmaz bir tezatlıkla yol alıyor, terliyor, sorguluyor ve neden bisikletle yolda olduğumu kendimce kendime anlatırken büyük bir çam ağacı altında su içiyorum. Su ne güzel, ne kadar aziz! Doğa ne kadar geniş ve kudretli! İnsanlar ne kadar çirkin ve aşağılık, yol kenarları çöp içerisinde: kırık bira şişeleri, plastik şişeler, sigara izmaritleri, çocuk bezleri, teneke şişeler, boş kovanlar ve bir sürü ıvır zıvır. 

Görmek ve duymak, muhtemelen en hassası duyuların ve ilişkili birbirleriyle. Araçların gürültülü geçişleri, hızlanma sesleri, başka bir araca ya da bana çaldıkları kornalar ağaçları ve gökyüzünü de griye çeviriyor. Ne yapmalı? Ya kulaklıkları takıp yapay bir mod yaratacağım veya kulak tıkaçlarını takacağım. Tıkaçları takıyorum, artık kalbimin heyecanlı atışıyla dönüyor tekerler. Dış ses kayboluyor, dünya kalbimden ibaret. 

Şile

Ve artık Şile. Hafta içi de olsa tatilci kaosu var yeryüzünde, ama gökyüzü yalnızca martıların. Balık sezonunu bekliyorlar ağların üzerinde. Kale uzaktan gülümsüyor, deniz samimi. 

Şile

Beyaz deniz feneri görünüyor uzaktan, sadece sebatkar denizcilere değil, sevgilisini sonsuz seven aşıklara, esin rüzgarlarını dinleyen gizli şairlere... 

Şile
 6:45 Yayınlarının bisiklet defterini açıyorum, sırtım fenere dayalı. Kurşun kalemim yazdıkça mavileşiyor deniz, gökyüzü...

"Çığlıkları martıların
dalgalara vuruyor
Lacivert rüzgarların kanat çırpışı
maviye
Sere serpe uzanmış esmer adamın gözlerinde
bir motorlu geçiyor derinlerde
köpüğü bulut

Lavinia kokulu şair sesleniyor
gözlerime:
'Günlerimizden bir, bugün iki.
Sakın bir şey bırakma yarına.
Yarın yok ki.' "

Limandaki fenerden tarihi Şile fenerine doğru çıkıyorum, hemen solda Şile'ye hakim bir parktayım. Genç ağaçların gölgesinde banklar... Bankların üzerinde manzaraya dalıp gitmiş romantik sevgililer, yalnız insanlar... kim bilir neler geçiyor gözlerden.

Şile
Harikulade bir görüntü, art arda fotoğraflar çekiyorum. Güneş bulutların ardından bir görünüp bir kayboluyor, her şey değişiyor.

Hemen arka tarafta tarihi Şile Feneri yükseliyor.

Şile
Dalgalar kayalara hızla çarparken bulutlar beni bu akşam konaklamayı planladığım Eşek Adasına doğru sürüklemeye başladı bile.

Biraz aralarında kaybolsam da villa cumhuriyetlerinin dış çeperinden Atatürk Ormanına varıyorum nihayet, yorgun, terli ve ilk gecenin heyecanı içinde dört duvarı aşıp gökyüzüne kavuşacağım yerdeyim.

Şile, Eşek Adası

Sayısız yıldızları ve sonsuz dalgaları hissediyorum, gece boyunca uzandığım kumsalda. Tek barınak, ait olduğum dünya.

Cankurtaran kulesine yasladığım bisikletimin yanına uzanıyorum, kumlar bana yer açıyor. Kulağımda sonsuz dalgalar, yıldızlarla uykuya dalıyorum.

Şile, Eşek Adası
Şile, Eşek Adası Plajı




2 . Bölüm: http://enginnoyan.blogspot.com/2019/03/nefes-al-nefes-ver-500-kmde-amasra-2.html













12 Temmuz 2018 Perşembe

İğneada'ya Pedallıyoruz


Türkiye'deki egemen partinin "Durmak Yok, Yola Devam" söyleminden değil elbette, ama gün be gün yitirmekte olduğumuz doğayı bir nebze olsun hissedebilmek arzusuyla, güneşin ve rüzgarın izin verdiği ölçüde minik karbon izleri bırakarak kendi enerjimizle yola devam ediyoruz, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş bir halde gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalist bir ahlaksızlıkla değil.

Bizim yolumuz kuşların, ağaçların ve popüler olmayan güzel insanların öyküleriyle zenginleşerek uzanıyor.

Rotamızın nihai noktası İğneada. Adı son zamanlarda nükleer santral yapımı projesiyle gündeme gelen, Avrupa'nın en büyük longoz ormanlarını barındıran sakin bir Karadeniz balıkçı kasabası.

Rotayı planlarken bisikletimize ve bize stress yaratacak yerleşim ve yollardan mümkün olduğunca uzak durmaya, kuzey Trakyanın köylerini ve sahillerini eklemeye çalıştım.

Rotayı solo bir tur olarak planlasam da 2017 yılında Armutlu - Bandırma yolunu beraber pedalladığım Hakan ve Don Kişot Bisiklet Kolektifinin Kurna Köyü ve 1 Mayıs sürüşlerinden tanıdığım Emel ile İğneada'ya beraber pedalladık.




1. Gün ( Beşiktaş - Karaburun)
 
Bir gün öncesinden Kadıköy'de Emel ile rotaya, ekipmanlarımıza ve bisiklet kültürüne dair goygoyladıktan, Amerika vize başvurusu yapacağından turun bir noktasında bizi yakalayacağını (nerde, ne zaman ve nasıl yakalayacağı turun 2. gününe kadar bütün gizemini korudu) telefonda heyecanla söyleyen Hakan ile de irtibatlandıktan sonraki gün (5 Temmuz 2018) sabah 8'de Beşiktaş iskelesinde randevulaştığımız gibi buluşuyoruz.

Solo değil de arkadaş grup turu olduğundan Beşiktaş'a nasıl ulaştığımı detaya inmeden bir iki fotoğrafla geçiştirerek turu başlatmak istiyorum.

Çekmeköy'den Üsküdar'a


Üsküdar'dan Beşiktaş'a

Beşiktaş iskelesine ilk ulaşan bendim; turun heyecanından mı yoksa gece vakti içtiğim seçim kahvesinden midir nedir bir türlü uyku tutmamıştı, bir saat uyudum uyumamıştım.

İskelenin yanı başındaki boş banklardan gölgeli olan bir tanesine uzanmak için hızla göz gezdirdiğimde diğer gölgeli banklarda kıvrılıp yatmış evsizleri ya da akşamdan kalma sarhoşları görüyordum, kimilerinde ise belki de işe ya da okula gitmeden önce kahvaltı yapmak için oturanlar gözüme çarpıyordu; herkes kendi yolculuğunda, bense bitmeyecek bir döngünün...

Beşiktaş İskelesinde tek ağaç ve sabah yalnızları


Nihayet gölgeli bir bank bulup uzanmak üzereydim ki Emel'le göz göze geliyoruz. Az önce Kadıköy - Beşiktaş vapurundan inmiş.

Tur boyunca içeceğimiz sayısız kahvenin ilkini bu gölgeli bankta içerek hemen yanı başımızdaki Nişantaşı dolmuş hattının sırasında değil de bisikletlerimizin yanında uzun bir turun eşiğinde olmaktan heyecan ve keyif duyuyorum.

Sade birer nescafenin, çekirdekli bir simitin ardından artık şehrin trafiğine tekli sıra halinde karışıyoruz, Beşiktaş İskelesinden Sarıyer'e doğru boğazın maviliğine...


Selfie çekmiyoruz, iyi bir insandan rica edip sosyalleşiyoruz


İlk kamp noktası Karaburun'a varmak için sırasıyla Bahçeköy, Kemerburgaz, Göktürk, Durusu'yu geçmek gerekiyor, dolayısıyla uzun bir rota, ama ilk gün heyecanından güç alıp pedalladıkça havaya giriyoruz.


Sarıyer - Karaburun Yeşil Rotamız


Emel'in kamplı - bisikletli ilk uzun yol turu, benimse bir gece konaklamalı turları saymazsak ikinci.

Don Kişot'un önceki turlarından anılarımızı paylaşarak Bahçeköy'e varıyoruz bile, ne var ki Sarıyer - Bahçeköy arasındaki uzun rampa bizi zorluyor; ben ceset taşıyorum, Emel'se arada bir kendini zehirliyor.


İlk tabela selfimiz


Bahçeköy - Kemerburgaz yolu turun rengini ve sesini belli ediyor: meşe ağaçları arasından bitmeyen bir kuş senfonisi...

Ağaçlar arasında uzanan yolda hararet henüz kendini hissettiremese de ilk gün hamlığı ve uykusuzluğum ormanda bir Türk kahvesi yapıp içmek için bahane oluyor. Yanıma aldığım kamp ocağı ve bakır cezveyle hazırladığımız kahve sonrası bir on dakika uyku rica ediyorum yol arkadaşımdan; matı serip uzanıyorum, gökyüzü yapraklarla kaplı, kulağımda kuşlar...


Bisiklet, doğaya yakışan en güzel mekanik ulaşım aracı


On dakika rica ediyorum, kendiliğimden uyanıp ne kadar uyuduğumu sorduğumda on dakika diyor Emel, "ben de tam sana seslenecektim." Bir Pink Floyd şarkısı dinler gibi dalıyorum uykuya, farklı kuş sesleri birbirlerine karışıyor ve sanki tekleşiyor ben REM'e düşerken.

Dinlenmiş ve kafeinlenmiş bedenlerimiz Kemerburgaz'dan Göktürk'e vardığında güneşten korunmak için Göktürk'te bir parkta ilk uzun molayı veriyoruz.


Göktürk merkezde trafikten kurtarılmış bir park




Rotamızın hızlı giden araçlarla, yüklü kamyonlarla dolu en tehlikeli kısmı D020'nin en sağ şeridini kullanarak Durusu ayrımına kadar yol almaya çalışıyoruz, 10 km'yi ortalama 40 dakikada alıyoruz. Hız olarak tatminkar, ama 3. havaalanına bir şeyler taşıyıp ordan bir şeyler getiren yüklü kamyonlar ciddi tehlike oluşturmaya başlıyorlar özellikle kavşak noktalarında.

Mümkün olduğunca beraber ve yönlendirmeli yol alıyoruz.


3. havaalanı inanılmaz büyüklükte bir inşaa alanı, yeşil rotamızın en gri rengi


Köprülü, kavşaklı işlek bir karayolu D020. Kasklarla korunuyoruz, kulaklığımdaki yol şarkılarıyla da kayalar taşıyan kamyonların gürültülerine kendimce meydan okuyorum.


Rotamızın en tehlikeli etabı D020


Sabrederek ilerliyoruz, saat başı 5- 10 dakikalık su molalarıyla nihayet D020'yi tamamlayıp Durusu ve Karaburun sapağından sağa, denize doğru yüzümüzü döndüğümüzde keyfimiz hızla yerine geliyor; sıfırlanan kamyonlar ve bize hız kazandıran eğimli, yeşil bir yol...

Ama bir akşam üstü çayını da hakediyoruz sonuna kadar. Gözler yorgunluğa uygun bir yer arıyor.


Ben bu fotoyu çekerken arkadaşım çoktan oturmuş, el sallıyor masadan


Taze çayları yeni dikilmiş meyve ağaçları arasında biraz fahiş fiyatla yudumluyoruz, olsun keyfimiz yerinde. Yiyecek bir şeyler talebimizi bir müşterinin bıraktığı Malatya bisküvileriyle karşılıyor 50'lerindeki hafiften akşamcı sesli mekancı.

Ön ayaklarıyla keçi gibi seken yalnız bir beyaz kedi annelerinin kanadı altında sürü halinde yürüyen civcivleri sinsice izliyor, onlara hamle yapacak gibi oluyor, tavuğun tehditkar varlığından vazgeçip ilgisi dağılıyor...

Mekancının hayvan ve ağaç sevgisi doğru yerde ve zamandayız hissiyatımı güçlendiriyor.

Bu mekan aynı zamanda arkadaşımın şarj aletini unuttuğu yer, ne yazık ki çok sonradan farkediyor.

Terkos-Karaburun Caddesi boyunca zaman zaman Durugöl'e yakın yerlerden geçiyoruz, harikulade manzaralar eşliğinde yolculuğumuz renkleniyor.




Durusu...kim bilir kaçımızın bir ömürlük hayali

 bu karede


Artık Karaburun'a varıyoruz, burası ilk kamp noktamız. Yemek mi yiyelim, kamp noktası mı belirleyelim sorusuna kamp noktası cevabını veriyoruz, böylelikle perşembe akşamı ilk kamp noktasını plaja paralel uzanan yer yer kimsesiz sahil yolu boyunca arıyoruz.

Civarda az sayıda ağaç var. Plajdaki insanlar günübirlikçi ve arabalara doluşup gelmişler. Erkekler atletli, kadınlar kapalı... Geleneksel tatil moduyla yere serilen genişçe örtünün etrafında mangal yapıp semaver çaylarını yudumladıktan sonra gidecek gibiler, herkes kendi halinde ve mesafeli.

Upuzun plajda, ehh bari buraya kuruverelim zaten erkenden yola çıkarız diyerek rüzgarı ve güvenliği de öngörüp çadırları bisikletlere bağlıyoruz, akabinde balığın peşine düşüyorum karanlık limanda.

Seçim sonrası zamlanmış biraları yudumlarken aklımızdaki tek soru acaba Hakan nerede, nasıl ve ne zaman bize katılabilecek?

20 Nisan 2018 Cuma

Kafes

 https://cdn-images-1.medium.com/max/800/1*Q2whRAEDhZYIxPwYR1UlQQ.jpeg

Buradan çıkış yoktu.

Hücresinin duvarları kalın çimento bloklarından inşa edilmişti. Devasa kapı çelikti. Taban ve tavan betondu ve hiç pencere yoktu. Hücredeki tek ışık, etrafı metalle çevrili bir lambadan geliyordu.

Hiçbir çıkış yolu yoktu ya da ona öyle görünüyordu.

Bilimsel bir deneyin parçası olmaya gönüllü olmuş, insan aklının zekasını ölçmek için de bu hücreye konulmuştu. Hücre boştu, içeri bir şey almasına izin verilmemişti. Ama hücreden kaçmak için sadece bir yolun olduğu söylenmişti. Bu yolu bulması için üç saati vardı.

Kapıyla başlamıştı. Önünde duruyordu, devasa ve griydi. Kapıdaki üç büyük menteşe duvara sıkıca sabitlenmişti, çıkartılamıyordu. Kapı, bu küçük hücre için çok büyük görünüyordu. Bir an, acaba ilk önce buraya kendisinin koyulup sonra da etrafına hücrenin duvarları mı örülmüştü, diye merak etti.

Sonunda kapıdan uzaklaşmış ve etrafına bakınmaya başlamıştı. Çimento kalıplarının gevşek olup olmadığını anlamak için bunları itmeyi denedi. Başka yere açılan bir kapak bulma ümidiyle zemini yokladı. Sonra da tavana hızlı bir bakış attı. Kalkan! Lambayı çevreleyen kalkan! Çabuk çabuk düşünmeye başladı. Aklına aniden bir çözüm gelmişti. Bu metal kalkanı bir alet olarak kullanabilirdi. İhtiyaç duyduğu bir alet! Kaçmasına yardım edecek yolu bulmuştu işte!

Kalkanın altına doğru hareketlenip yakından baktı. İyice, güçlü bir şekilde çekerse yerinden çıkartabileceğine karar verdi. Elini yukarı kaldırarak kavradı ve çekti. Maalesef kalkan tavanda takılı kalmıştı. Yeniden kavradı ve bu sefer çekerken de çevirdi. Yuvasından hareket ettiğini hissetmişti. Hazinesini heyecanla ve sıkıca kavradığında ise yere kapaklanıverdi.

Kalkanın şekli bir koniye benziyordu ve üç uzun metal diş tavana sabitlenmişti. Bu dişler keskindi, ama çelik, beton ya da çimento üzerinde kesikler oluşturabilecek kadar güçlü değillerdi.

Ümitsizliğe düştüğünü hissetti. Bir alet olarak kalkanın yararını görememişti. Burdan kurtulması için ihtiyaç duyduğu bu kalkan değildi.

Sonra aklına parlak bir fikir geldi. Kalkanın metal dişlerinin çelik kapıyı, beton zemini ya da duvardaki çimento bloklarını kesemeyeceği doğruydu. Ama bu dişliler, çimento blokları yerinde tutan harcı delecek yeterli kuvvette olabilirdi. Dişlerden birini çekip çıkardı ve harcı sıkıca kazmaya başladı. Harç, parçalara ayrılıp toza dönüşüyordu. Fikri işe yaramıştı. Eğer yeterince harcı sökerse birkaç çimento bloğunu gevşetebilecek, sonra da onları dışarıya doğru itekleyip kaçabilecekti.
Kapıya yakın iki bloğu seçip azimle ve var gücüyle çalışmaya koyuldu. Dişi düzenli bir hat boyunca saplayarak çimentoyu deliyordu. İhtiyaç duyduğu işte bu dişti. Kaçabileceğinden şimdi emindi. Ne var ki metal dişi aniden dikkatsizce çevirince kullanışsız iki parçaya ayrılmıştı.

İlkin başından aşağı kaynar sular dökülmüşçesine sarsılmış, sonra kalkanın iki dişi daha olduğunu hatırlamıştı. Diğer dişi yerinden söküp çalışmaya kaldığı yerden devam etti. Daha dikkatli olmaya karar vermişti -hiçbir şey yanlış gitmemeliydi. Hala çokça zamanı vardı.

Kısa sürede üç-beş santim harcı delmişti. Ama çimento bloklarının tırtıklı yüzeyi parmak boğumlarının derisini yırtmıştı. Ellerinde acı verici bir çok kesik vardı, kanıyordu. Sırtı ve omuzları aynı şekilde çalışmaktan kasılmıştı. Canı yanıyor, harcın tozu gözlerine ve boğazına kaçıyordu. Çalışması yavaşlamıştı, gittikçe de yavaşlıyordu.

Birden bire ikinci diş de kırıldı.

Bir an, bu bahaneye sığınıp çalışmayı durdurdu. Gelgelelim başarısızlık düşüncesi onu işe geri döndürmüştü. Üçüncü dişi de söktü. Bu son dişti. Çalışmaya geri koyuldu. Kaybetmeyi sevmeyen bir adamdı -kazanmak zorundaydı.

İş yavaşlamış, ellerindeki acıya, omuzlarındaki ağrıya duyarsız kalmıştı. Parmakları üstünkörü hareket ediyor, duvara karşı saldırısında gittikçe güçten düşüyordu.
Harcı yeterince kazımış ve nihayet parçalayabilmişti. Artık, çimento blokları arasından ışığı görebiliyordu.

Yeni bir enerji patlamasıyla harcın geri kalanını da unufak etmişti. Elbette bir çıkış yolu vardı. Ona ulaşmştı, değil mi? Zeka dolu bir aklın her problemin üstesinden geleceğini ispatlamıştı. İşte böyle başarmıştı -kendi zekasıyla.

Tam da bu anda üçüncü diş de elinde kırılıvermişti.

Artık, bir işlevi olmayan parçalara bakakalmış, sonra da gözü dönmüşçesine duvarı yumruklamaya başlamıştı.

Arkasındaki hücrenin kapısı yavaşça açıldı. Zamanı kalmamış, deneydeki rolü sona ermişti.

Deneyden ya da kaçış planından konuşmasına izin verilmedi. Ama neredeyse kaçabilirdi, hatta kaçmak üzereydi, buna emindi.

Aslında, kaçmaya yaklaşamamıştı bile.

Ampülün etrafını saran kalkan sadece ışığın bir gölgeliği olarak konulmuştu. Metal dişlerin bir alet olarak kullanılması düşünülmemişti.

Adam zekiydi, ne var ki zekası onu asıl hedefinden uzaklaştırmıştı. Eğer kalkanı bir alet olarak kullanmakta bu kadar acele etmeseydi, eğer bütün zamanını harcı unufak etmekle geçirmeseydi ve eğer hücreyi araştırmayı bırakmamış olsaydı, gerçek çıkış yolunu bulabilirdi. Girdiği gibi kolayca çıkabileceğini keşfedebilirdi.

Çünkü devasa kapı hiç kilitlenmemişti.

Yazar: Martin Raim
Çeviren: Engin Noyan

19 Nisan 2018 Perşembe

Hoşça Uç, Arkadaşım…



Kimi zaman hayatımızda gerçekleşenlerin anlatmaya değer bir hikayesi var görünür. Bunları, gerçek ve canlı bir rüyanın parçaları olarak hatırlarız.

Birazdan size anlatacaklarım benim başıma gelmişti. Her şey, Porto Riko’nun ortasında uzanan yeşil dağlar arasında yer alan Barranquitas’ta, sevgi dolu, güzel bir kasabada başladı.

Saat öğleden sonra biri gösteriyordu ve hava serindi, gerçi Temmuz ayına çoktan girmiştik. Bir arkadaşımın arabasındaydım, kasabadaki işimizden dönüyorduk. Kasabanın çıkışında, yeşil dağı tırmanmaya başlayacağımız yolun başlagıcında erkek bir çocuk bize işaret etmiş, arkadaşım da arabayı durdurmuştu. Çocuk, elini uzatıp “İki yavru doğan! Her biri bir peso!” dedi. Saman yuvadaki korkmuş haldeki iki yavru kuş belki de içinden çıktıkları kuşun aynısıydılar. Henüz tüyleri bitmemiş, derisi ise çok ince, neredeyse şeffaftı. Kalpleri öyle güçlü atıyordu ki göğüslerinden çıkacak gibiydi.

Her ikisini de satın alıp birini arkadaşıma vermiştim. Korktuklarını bilsem de bu iki kuş bir gün büyüyecek ve gökyüzüne kanatlanmak isteyeceklerdi.

Yolun kalanında arkadaşımla kuşlara dair konuşmuştuk. Doğan, guaraguao* ile akrabadır ve ona çokça benzer. Porto Riko’nun kırsal alanında yaşayan doğanlar, en ılıman dağları tercih eder. Dağ çamuru renkli tüyleri siyah beneklidir. Güçlü pençeleriyle tuzak kurdukları küçük kertenkeleleri ve böcekleri yiyen bu kuşlar eşleriyle birlikte uçmayı severler.

Rio Piedras kasabası, Las Lomas konut gelişim bölgesindeki evime vardığımda ufak, şeffaf kuşu küçük bir tel kafese koyup odamdaki masanın üzerine yerleştirmiştim. Günler geçtikçe beyazımsı büyük lekeleri duvarda, sandalyede ve yatağın bazı kısımlarında fark ediyordum. Kuş büyümeye başlamıştı. Küçük kafes ona dar geldiğinden etrafındaki her şeyi kirletiyordu. Daha büyük bir kafes yaparak onu bundan sonra kalacağı bahçe avlusuna koymalıydım.

Haftalar çok yavaş geçmişti. Çamur renkli tüyleri görünmeye başlamış, bir çocuğun büyümesi gibi vücudu yavaşça şekil almıştı. Dikkatimi her hafta küçük farklılıklar çekiyordu. Yaşayan bir şeyin, örneğin bir tavşanın, bir köpeğin, küçük bir kuşun, diktiğimiz bir ağacın büyüdüğünü görmek bizi duygulandırır. Eğer görmeyi ve çevremizdeki canlıları hissetmeyi öğrenirsek hepimiz bu büyük keyfin tadını çıkarabiliriz.

Aylar geçmiş, avludaki kafes kısa sürede yakışıklı bir doğana yuva olmuştu. Ama sonradan bir tuhaflık dikkatimi çekmişti: gözlerindeki yorgun bakış vahşi doğasıyla uyumsuzdu. Keskin çığlıkları çok geçmeden bitmeyen bir şikayet haline gelmişti. Çığlıkları, büyüdüğü kafesin adeta çok küçük olduğunu söylüyordu. Mesaj açıktı: daha fazla bu tutsaklığa dayanamazdı; gözlerinin yeşil ağaçlara, mavi esintilere, ışıklar içinde bir dünyaya ihtiyacı vardı.

Aynı günün öğleden sonrasında, arkadaşına yardım elini uzatan biri gibi kafesini açtım. Şaşırmıştı, etrafında dört dönmeye başladı. Onun için yeni bir durum olduğundan o an ne yapacağını bilememiş, ben de kafesinden elimle çıkarmak zorunda kalmıştım. Korkmuş ve titreyen pençeleriyle beni sımsıkı kavramıştı. Sonradan onu havaya salınca komşu çiftlikteki ekmekağacının çatalına tüneyecek kısalıkta bir süre uçmuş, akşam vakti gölgeler biraraya gelinceye kadar uzun bir zaman orada kalmıştı.

Gece, küçük yeni ışıklarla dolu büyük siyah kanatlı bir kuş gibiydi. Yeni bir dünyaya kanat çırpan doğanı düşünüyordum. Onun için, o anda, yıldızlar ve ateş böceklerinin yaktığı yeni bir özgürlük, küstüm otu çiçeğinin sade kokusuyla başlamıştı.
Bir sonraki şafak vakti, doğanın ağaçlardaki çığlığı ve kanatlarından çıkan patırtı beni uyandırmıştı. Aç olmalıydı. O, hala tek başına nasıl avlanacağını bilmeyen bir avcıydı.

Yataktan kalkarak buzdolabına gidip bir et parçası almıştım. Çiftliğe giden yola doğru yürüyüp bir ağacın tepesine tünemiş doğanı gözetlemeye başlamıştım. Beni görünce alttaki dallara hareketlenmeye başladı. Bana dikkatle bakıyor, terastaki kafes için özgürlüğünü takas etmek istemiyor görünüyordu. Elimi yavaşça uzatarak özgürlüğünün garantide olduğunu bilmesine imkan tanımıştım. Soğuk seher vakti büyük kanatlarını açarak mahirane bir şekilde en alttaki dallarda dengesini koruyordu. Eti kaptığı gibi çiftliğin uzun çam ağaçlarından birine doğru hızla uçtu. Onu sevinç ve hüzün içerisinde izlemiştim. Üzgündüm, çünkü onu kısa süre sonra bir daha göremeyecektim; sevinçliydim, çünkü yeni keşfettiği yeşil dünyada şimdiden çok mutluydu.

O andan sonra, arkadaşım günde üç defa yemeye karar vermişti, tıpkı hepimiz gibi. En uzun çam ağacından üç kez inecekti: sabah, öğle ve gün batımında. Bir parça eti sevgi dolu bir şekilde elimle sunuyordum. Yukarıdan eti görünce aniden fırlatılmış bir ok gibi saldırmak için kendini hazırlıyordu.

Sonra da koluma tünemişti. Güçlü pençeleriyle beni çizmemeye dikkat ediyordu. Gagasıyla eti yakalayarak yeniden havalanmıştı. Bu her gün oldu. Tanınmaya başlayınca pek çok insan onu görmeye gelmişti. Avcı bir kuş ile bir insan arasındaki arkadaşlık pek az gördüğümüz bir şeydir.

Öğleden sonra eğlenceli bir şey oldu. Ona günlük yemeğini sunduğum an o kadar hızla indi ki koluma konamadı. Başım üzerinde kanatlarını telaşla çırpıyor, vücudunu dengeleme çabasıyla pençelerini başıma geçirdiğini hissediyordum. Korkmamıştım, çünkü arkadaşımın beni incitmemek için içten bir çaba sergilediğinin farkındaydım. Her şeye rağmen kolumu uzatıp yemeğini sunabildim. Yemeği kaptığı gibi onu hışırdayarak bekleyen yeşil ağaçlara doğru geri döndü.
Yemek için günde sadece iki defa geldiğini fark ettiğimde şaşırmış, çok kaygılanmıştım. Sonradan, ona aynı renkten bir arkadaşının gökyüzünde eşlik ettiğini gördüğümde ne olduğunu anlamıştım. Dişi bir arkadaşı vardı ve onla avlanmayı öğreniyordu.

Kısa süre sonra günde sadece bir kez gelmeye başladı. Arkadaşı, çam ağacının alt dallarından birinde onu bekliyordu. Artık şüpheye gerek yoktu: yemek için ne yapması gerektiğini çoktan öğrenmişti ve şimdi gerçek anlamda özgürdü. Şu an düşünüyorum da sadece beni görmek ve hoşça kal demek için birşeyler yemeye gelmiş.

Sonraları, ziyaretleri düzenliliğini kaybetti. Beni ziyaret etmeyi bıraktığı gün önceki birkaç günde bana gerçekten elveda dediğini anladım. Arkadaşım, günlük çabasıyla günbegün kazandığı özgürlüğü sevmeyi öğrenmişti. Bunun onun için kolay olmadığını tahmin ediyorum, ama nihayetinde metal kafesin parmaklıklarından çok daha mutlu olmuş olmalı.

Hoşça uç, arkadaşım… Gökyüzünden, ağaçlardan ve yuvalardan bir arkadaşa sahip olabilmeyi anlamamı sağladın. Hayvanların da bilinmeyenden korkabildiklerini, özgür olmak için hala çabaladıklarını ve öğrendiklerini öğrendim. Seni her zaman senle tanıştığım dağların, kanat çırptığın gökyüzünün, şafak vaktinin ve gün batımının bir parçası olarak hatırlayacağım.

*guaraguao: kırmızı kuyruklu şahin

Wenceslao Serra Deliz
Çeviri: Engin Noyan

11 Nisan 2018 Çarşamba

Trump Dünyasında İtaatsizlik İhtiyacı



1946 yılındaki Nuremberg Duruşmalarından bir oturum. Duruşmalarda verilen karara göre yasa dışı bir talimata itaat etmek kişiyi suçun sorumluluğundan muaf tutmaz.
Köpekleri tutkuyla seven insanlar bu hayatta birbirlerini bulma eğilimi taşır, çünkü insanlığın geri kalanı, en nihayetinde, şüphelidir. Son zamanlarda yaptığım uzun bir uçuşta, bir hanımefendiyle köpeklere dair koyu bir sohbete daldık. Konuşmamız, itaatsizlik hakkında bir diyaloğa ve dünyanın şu an buna duyduğu ihtiyaca dönmüştü.

Devasa bir güç, ağız dalaşını seven ve ani karar verip değiştiren kişilerde toplandığında, bugünkü Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu üzere, bu güce tabi olanların itaat etmeme istekleri kritik bir hal alır. “Befehl ist befehl” -emir emirdir- Alman ilkesi, Nazilerin endüstriyel bir kitlesel katliam yapmalarını mümkün kılmıştı.

Geçenlerde tanıştığım bir kadın, evcil köpeğini rehber bir köpek olması için eğitim aldırmaya başlamış. Köpek, itaatsizliği öğrenmeye adanan eğitim aşamasına kadar pek iyi bir performans sergilemiş. Eğer görme engelli bir kişiye yol gösteren eğitimli bir köpeğin aldığı komutlar onları bir araba yoluna ve ya metro raylarına götürüyorsa ya da bir tehlikeye davetiye çıkartıyorsa bu komutları reddetmesi gerekir.

Köpeği, eğitimin bu aşamasında başarısız olup depresyona girmiş. Köpekler doğuştan oyuncudurlar. Onları neşesiz görmek zordur. Köpek tutkunları için geniş bir konu olan köpeğe duyulan üzüntüden konuştuk.

Lakin köpeğin bu başarısızlık hikayesi aynı zamanda insanın içini rahatlatıyor, çünkü itaatsizliğin boyun eğmekten daha yüksek bir bilişsel yetenek olduğu izlenimi uyandırıyor, ne kadar da gerekli olabileceğini doğruluyordu. (Endişe verici şeylerden biri de erkek arıların itaatsizlik etmeyecek olmalarıdır.)

N. J. Morristown’daki “The Seeing Eye” (Gören Göz) başkanı Jim Kutsch, görme engelliler için eğitimli rehber köpek eğitimi veren en eski organizasyonun başkanı olarak geçenlerde bana şunu anlattı: “Diğer bütün durumlarda, insan köpeğe bir komut verir ve köpekten de bu komuta itaat etmesi beklenir. Gören Göz köpek durumunda ise köpek aldığı komutun anlamlı olup olmadığına karar vermesi gerekir. Köpek sabit durmalı ve ya sola ya da sağa dönmeli ve beni beladan uzak tutmalıdır.”
Aylarca süren eğitimlerde köpeklere, komutlara itaat etmelerinden ziyade problem çözmeleri öğretilir. Sapmaz bir halde boyun eğmenin korkutucu sonuçları gösterilir. Kutsch’un belirttiği üzere, elbette “Köpeğin zeki bir şekilde itaatsizlik etmesi için ciddi bir neden olmak zorundadır.”

Dünya, 20. yüzyılın ilk yarısını uygarlığı koruma amacıyla itaatsizliğin ahlaki ve yasal merkeziliğini öğrenerek geçirmiştir. Başkan Trump bir ara Amerika Birleşik Devletlerin hedefe “kitlenmiş ve dolu” olduğunu, nükleer bir cazibeye ihanet ederek söylediğinde hukuku küçümsemiş, belirli bir sırada olması gereken bir hatırlatmayı zikrederek Amerika’nın gücünü her şeyden önce Amerikan askeri gücüyle eşitlemiştir.

20. yüzyılın ilk zamanlarında “Führerprinzip” (Lider İlkesi) geniş bir etkiye sahipti. Bu ilke, neyin doğru-yanlış olduğuyla ilgili lidere mutlak itaati emreder. I. Dünya Savaşı esnasında “Dover Castle” isimli bir hastahane-gemisinin batırılmasından sorumlu tutulan Alman denizaltısının kaptanı Karl Neumann, 1921 yılında Alman Yüksek Mahkemesi tarafından beraat ettirilmişti. Yüksek Mahkeme, bir astın üstlerinin talimatlarına uymakla yükümlü olduğu ilkesini bütün medeni ulusların tanıdığını belirtmişti.

Bu sözler Auschwitz’in yolunu hazırlamıştır. Almanya’nın itaatsizliği onurlandırmasının üzerinden epey zaman geçti. 1998–2001 yılları arasında Almanya’da muhabirlik yaparken Anton Schmid olarak yeniden adlandırılan askeri üsteki törene katılmıştım. Anton Schmid, Vilnius gettosundaki Yahudilere yönelik Nazi zulmüyle karşılaştığında emirlere itaat etmeyen bir Hitler askeriydi.
Schmid, 1942 yılında tutuklanıp idam edilmeden önce 250'den fazla Yahudinin hayatını kurtarmıştı. Eşi Stefi’ye gönderdiği son mektubunda ise “Ben sadece bir insan olarak davrandım” diye yazmış.

Maalesef insanlar tamamen Nazi ölüm kampında tarihe karıştı. Mektubunda yazdığı “sadece” yanlış bir kelimeydi. “Eşsiz” daha doğru olurdu. Sadece insan olmak müstesna olabilir.

Savaş sonrası Nuremberg Duruşmalarında, yasa dışı bir emre itaat etmek kişinin suça ilişkin sorumluluğunu aklamaz düşüncesi belirlenmiştir. O zamanda itibaren bu düşünce uluslararası suç hukukunun öz ilkesi olmuştur. Alenen hukuk dışı komutlar -soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar- emredilmiş bile olsa bunlara karşı koyulmalıdır. Örneğin, İşkence Karşıtı Sözleşme “üst bir rütbelinin ya da kamusal bir otoritenin verdiği bir talimatın işkenceye meşruluk kazandıramayacağını” şart koşar. (Trump göreve geldiğinde işkencenin işe yarayacağını düşünmüş, ama komutanlara bu düşüncesini çiğnemelerine izin vereceğini söylemişti.) Almanya şu an, barbarlığa direniş göstermede içsel bir ahlaki pusulayı (“innere Führung”) öğretiyor.

Dünya, Trump’a güvenmiyor. İngilizlerin çoğu onu serseri bir mayın olarak görürken pek çok Alman ise en iyi ihtimalle bir şaka olarak görüp ona değer vermiyor. Kuzey Kore’ye dair niyetleri Asya’da korku uyandırıyor. Bu yüzden, geçen ay [Kasım 2017, ç.n]Hava Kuvvetleri Generali ve Birleşik Devletler Stratejik Kumanda komutanı olan John Hyten’ın başkomutan Trump’tan alacağı nükleer silahların ateşlenmesine dair hukuk dışı bir emire uymayacağını söylediğini duymak güven vericiydi.

“Eğer bu yasa dışıysa ne olacağını tahmin edin. Sayın Başkan, bu yasa dışıdır, diyeceğim.”

Dünya böylesi bir uçurumdan da atlayabilir. İtaatsizlik, insanlık ve Armageddon (Mahşer) arasında yer tutabilir. İhtiyaç duyduğumuz son şey herkesin saygıyla selam durmasıdır. Bir köpek işte bunu biliyor. Alabama, Trump’a itaatsizlik ederken de bunu biliyordu.

Roger Cohen
Çeviri: Engin Noyan