26 Aralık 2019 Perşembe

Bisiklet Kültürü ve Trafik Terörü


İlk bisikletimiz karne hediyesiyle geldi belki, başarımız ödüllendirildi, kendimize güvenimiz arttı ve fiziksel sınırlarımızı ilk kez aşmaya başladık heyecan verici bir dengede gidebilen çocukluk aracımızla. Koca arabaların arasından küçük bedenlerimiz ve rengarenk bisikletlerimizle yeni yollar keşfettik mahalleden arkadaşlarla. Kimimiz için bisiklet paylaşmaktı. Bir o sürdü, bir ben. Düşersek de beraber, şarkılarımız da hep bir ağızdan. Yanımızdan hıphızlı geçen bir arabadan zekice manevrayla son anda kurtulduğumuzu ailemize anlattık akşam yemeğinde, kendimize ve bisikletimize güvenerek, büyüdüğümüzü vurgulayarak, bir yandan da babamızın, annemizin aferin oğlum, kızım ama dikkatli ol, arabalar aniden çıkabilir sözünü de aklımızda dengeleyerek. Haklılarmış. 


"Manifesto: Bisiklet Nedir?"



Biz büyüdük, bisikletimiz de büyüdü. Ne var ki sokaklarımızda, caddelerdeki araçlar da arttı. 1999’da yaklaşık 8 milyon olan araç sayısı bu yıl itibariyle 23 milyonu geçti.1 Dolayısıyla dengemizi bozup açılan kapılar, önümüze aniden kıran saygısız sürücüler çoğaldı. Çocukluğumuz ilkin yollarda kaybolmaya başladı. Mahallenin sınırlarını aştığımız bisikletimize ve ufkumuza dair uyarılar yapıldı: Her yer araba, kamyon, nereye süreceksin? Belki de bu yüzden, 30 milyon bisikletin sadece %5’ini kullanıyoruz ve ülke olarak bisiklet sahipliği istatistiğimiz muhtemelen yine bu nedenle Avrupa ülkeleri arasından sondan dördüncü, OECD ülkelerinde ise sondan üçüncü sırada. 2




Peki ne yapacaktık iki tekerin heyecanını? Biz, bedenimizin, enerjimizin, terimizin, hayallerimizin ve yolun yalın halinin tutkunlarıyız. Bırakmadık elbet yoldaşımızı. Çocukluğumuzdaki ilk denge heyecanını hala yaşamak isteyen kent romantikleriyiz biz ya da bize dayatılan ulaşım araçlarına alternatif, bedenen yol alan bisikletlileriz ya da hareketli yaşam savunucusu olarak iklim krizine karşı bireysel çapta bir çözüm arayan ve sunan duyarlı ve bilinçli kullanıcılarız ya da bedensel performansına kimi zaman rüzgarı da karşısına alıp hızlanan adrenalin tutkunlarıyız ya da bütün motivasyonların ötesinde, araba-bedenlerin güç sergilediği trafikte ben de varım diyen naif insanlarız.  


Biz, kasabalarda işine giden kırmızı bisanlı esnafıyla da, pedalı döndükçe paslı dişlilerinden tiz ses veren kalender balıkçısıyla da, zenginiyle de fakiriyle de vardık ve varız, dengemizi yitirmeden. Bisiklet, “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan” (3) memleketimizde ilk kez 1885’te Amerikalı Mösyö Tomas İstefanas’ın İstanbul’a gelmesiyle görülmüş, 1895’te İzmir’de ilk yarışması yapılmış, 1923’te federasyonlaşmış, bisikletçilerimiz 1924 Paris Olimpiyatlarına katılmış ama bisikletlerinin uygunsuzluğu nedeniyle maalesef yarışamamış ve 1926’da ilk Türkiye Bisiklet Şampiyonu olan Cavit Cav, soyadını taşıyan  fabrikada ilk yerli bisikleti üretmiştir. Türkiye çapında kitlesel üretim ise 1963’te yüzde yüz yerli sermaye ile İzmir’de kurulan şaha kalkmış at logolu “tanınmış marka” Bisan fabrikasıyla gerçekleşmiş.   


“Coğrafya kaderdir” der ya İbn-i Haldun, evet bisikletimi Adalar dahil ortalama rakımı 76 metre olan İstanbul’da ya da rakımı deniz seviyesi altında - 2 metre olan Amsterdam’da sürmem arasında elbet bir uçurum var. 1 milyonun altında nüfuslu Amsterdam’ı 15 milyonluk İstanbul’la değil de coğrafi yapısı, yani düzlüğü nedeniyle Konya ile kıyaslanması gerektiğini söyleyenler var. Gelgelelim, 2 milyonun üzerinde nüfusa sahip bu İç Anadolu kentimiz 515 km ile Türkiye'nin en uzun bisiklet yoluna sahip olmasına rağmen %1 bisiklet kullanım yoğunluğuyla 881 bin bisikletin 767 km'lik bisiklet yolundan güvenli bir şekilde işe ya da gezmeye gittiği Amsterdam ile kıyaslanabilecek seviyede değildir maalesef. 


Amsterdam’da günlük hareketliliğin yaklaşık %25’i bisikletlerle gerçekleşmektedir.

(4)
Ne var ki, Hollanda’da bisikletin yaygınlaşması coğrafi bir tesadüfün eseri değil, 1950’lerden sonra artan araba kazaları, kirlilik, düşük yaşam kalitesi ve petrol krizi sonucu yapılan bilinçli bir tercihtir. (5) Sonuç olarak, hükümetler bisiklet sürmeyi, yürüyüşü ve trafiği sakinleştirmek için bir takım önlemler almışlardır:

  • Arabaların şehir merkezlerine erişimlerini azaltarak arabasız alanlar yaratmak
  • Şehir merkezinde araç parkını çok pahalılaştırmak
  • Bisiklet yolları yaparak arabalara ayrılan yol alanını daraltmak
  • Bisiklet ağı oluşturarak sinyal ve park gibi hizmetler ile cezai yaptırımlar uygulamak
  • Kent yollarının çoğunluğunda maksimum hızı saatte 30 km’ye ya da daha azına düşürmek
  • İnsanların bisiklet kullanımını cesaretlendirerek araba kullanmalarından soğutmak (6)


"Çocuk Ölümlerini Durdurun", 31 Ekim 1972, Amsterdam
"Çocuk Ölümlerini Durdurun", 31 Ekim 1972, Amsterdam 


Araba ulaşımına göre dizayn edilen modern kent ulaşım ağında trafik aslında kamusal ve sosyal bir alandır, birey olarak var olabilmek, hacim kaplamaktır. Ne kadar güçlüysen aracın da büyür, görüntüsü son model haline gelir, zenginliğinle küçük araçlar üzerinde bir hava yaratırsın. Trafik, hiyerarşik bir toplumda görsel iletişimini böylesi kodlarda sunar. (7) Peki bisiklet nerededir bu imajda? Bisiklet, hızın kutsandığı trafikte oyun dışı algılanır, hızlı değildir, kendine ait yolları yoktur ya da yaklaşık 6 milyon sürücülü İstanbul’da kendisine ayrılan güvenli mavi yol sadece 182 km’dir. Sempatiktir, sağlıklıdır ama hız x kapital = büyüme denklemli ekonomik modelin akışkanlığında değildir. 


Devlet destekli uluslararası otomotiv sektörünün hız, konfor, özgürlük soslu manipülatif reklamları bisikletin kanunen trafikteki en sağda seyreden şeridini yok sayma psikolojisini, alışkanlığını yarattığına şahit oluyoruz. Her sürücü aynı değil elbet, trafikte empati kültürünü geliştirememiş birçok aracın olduğu kaza istatistiklerinden malum. 2018’deki yaklaşık 218 bin kazada sürücü kusur oranı %89’dur. Sıkı durun, Türkiye’de 23 milyon aracın trafikte kendini gösterdiği 2018’de trafik kazalarında ölen insanımız 6,675 (altı bin altı yüz yetmiş beş) ve bu maddi - manevi kaybımızın çoğunluğu sürücü hatası kaynaklı. (9) 


Eylül ayı sonu itibariyle yol kazalarında ölen kurbanların yıllık sayısı dünya çapında bir milyona ulaşmış durumda. Avrupa’da yaralanan 25 bin kişiden çoğunu yayalar, bisikletliler ve sokakta oynayan çocuklar oluşturuyor. Yine aynı coğrafyada hava kirliliği yüzünden her yıl 500 bin kişi zamanından önce ölüyor. 22 Eylül günü gerçekleşen Uluslararası Dünya Arabasızlık Gününde motorlu taşıtlar tarafından üretilen en yoğun kirletici madde Brüksel’de %80 oranında azalmıştır. Bu sadece bir günde gerçekleşen %80’lik bir düşüştür. (10)


Bisikletin trafikte yoğun olarak kullanıldığı ülkelerde yapılan kazalarda bisikletli ölüm oranları bisiklet kullanım yoğunluğuna asimetrik olarak düşmektedir. Aşağıdaki tabloda her 100 milyon kilometre pedal çevrilmesinde ölen bisikletli sayısı ile bisikletle yapılan gezilerin oranlarını görebiliriz: (11)



2002’den 2018’e kadar kaza sayılarının istisnasız arttığı trafikte, her şeye rağmen bisikletimizi aşkla, tutkuyla süren bizler için bisiklet toplulukları olarak yerelde örgütlülüğümüz, özellikle sosyal medya aracılığıyla karar vericiler üzerinde baskı oluşturmamız hayati önemde. Örneğin, bir kampanya başlatıp destekçileri harekete geçirerek karar vericilerle çözüm için beraber çalışmak amacıyla tasarlanan change.org sitesi içerisinde “bisiklet” geçen 178 kampanyadan çoğu aktif halde destek bekliyor. Genelde bisiklet yollarının yapımı ve ıslahı talebiyle oluşturulan bu kampanyalardan kimileri şimdiden başarıya ulaşmış durumda:



  • İzmir’de bisiklet yollarının yapımı ve yollardaki mazgalların değişimi (887 destekçi)
  • YTÜ (Yıldız Teknik Üniversitesi) ücretsiz bisiklet uygulaması geliştirilsin (3,659 destekçi) 
  • Bisiklet sporunun gelişmesi gereken ülkemizde yalnız bırakma #TorkuSporcularıYalnızDeğil (4,605 destekçi)


Amiyane tabirle kaportası sürücünün gövdesi olan motosiklet ile bisikletlilerin ve de kaldırımları işgale uğrayan çoğunluk yayaların mücadele alanı, araba kültürünün baskın olduğu ülkemizde ehliyet sınavlarında empati ve pozitif ayrımcılık nitelikli trafik adabına yönelik sorularda öne çıkması kısa vadede atılabilecek basit ama olumlu kazanım sağlayacak adımlardan biri olabilir. 


Bisikletin trafik yönetmeliğinde bir taşıt olarak tanımlandığı 1983'ten günümüze ehliyet sınavına girenlere bisikletlilerin haklarına dair farkındalık kazanımını ölçen sorular, son 5 yılda (2014 - 2018 arası) yapılan 28 sınav incelendiğinde, maalesef bulunmamakta. Bu yıllar arasında doğrudan bisiklete yönelik tek bir soru sorulmuş, o da bisikletlilerin trafikteki haklarından ziyade yasakçı, kırmızı çizgili bir soru:




Diğer yandan, farklı coğrafyalarda, örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan yazılı sınavlarda bisikletli ve haklarına dair net cevapların beklendiği sorular görebiliyoruz:


  • Akşam vakti bisiklet süren bir bisikletlinin beyaz ön farının görülebilme mesafesi nedir? 
  • Motorlu araç kullanıcılarının bisikletli, yaya ve motorcular için neden ekstra dikkat göstermelidir? 


Ya da cümle tamamlamalı şu sorular da motorlu araç sürücü adaylarına yöneltilebilmektedir:


  •  Motorlu araç kullanıcıları bilmelidir ki akşam vakti bisiklet süren bütün bisikletliler………… sahip olmalıdır. 
  • Bir bisiklete yaklaşan sürücü………… etmelidir. 
  • Motorlu araç kullanıcısı bilmelidir ki bisikletliler yolun………… tarafında giderler. (12)


Ya da örneğin Amsterdam'da sürücü adayları, sürüş sertifika programları boyunca bisikletlilerle etkileşim eğitimi alırlar. Araç sürücülerinin ötesinde bisikletliler kendi haklarına çocukluktan itibaren farkındadırlar. Yaklaşık 12 yaşına geldiklerinde, ortaokula başlamadan hemen önce, bu çocuklar eğer trafik sınavını geçerlerse trafik sertifikasıyla ödüllendirilirler. Bu eğitimin gerekli görülmesinin nedeni ise ortaokul öğrencilerinin % 75’inin okula bisiklet sürerek gitmesindendir. (13)


2019-2020 eğitim - öğretim döneminde zorunlu olmaktan çıkarılan ders kitabından bisiklete dair birkaç sayfa
9. Sınıf Trafik Kültürü Kitabı


Sanırım şu önermeye herkes katılacaktır: Trafik eğitimi ne kadar erken yaşta verilirse o kadar az sayıda trafik kazasına maruz kalırız. Bu kültürü yaratabileceğimiz kamusal alanlardan biri de okullarda verilebilecek teorik ve pratik trafik dersleri olacaktır. Ne yazık ki bu öğretim yılında (2019 - 2020) 9. sınıflar için zorunlu olan Trafik Kültürü dersi zorunlu ders konumunu kaybederek seçmeli hale getirilmiş. 


Bu kitapta bisiklet kullanmanın sağlık ve ekonomi açısından kazanımlarının yanı sıra bisikletli haklarına dair ayrıntılı bilgiler paylaşılmaktaydı. Verilmesi zaruri olan trafik uygulamalı derslerinden okullarda bahsedemiyoruz bile. Bu ihtiyacı İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Bağcılar, Topkapı ve Sancaktepe trafik parkları karşılıyor gibi. İnternet siteleri  incelendiğinde buradaki eğitimlerin akülü arabalarla yapıldığını görüyoruz, bisiklet maalesef yine yok. Bisiklete dair tek varlık belirtisi mavi bisiklet yolu. 


Unutulmamalı ki onlarca bisikletli arkadaşımızın bisikletlerinin artık sadece ve ebediyen beyaz olmasının nedeni mavi bisiklet yollarının azlığı değil sadece, trafikte bisiklet kültürünün, empatinin ve saygının da yetersiz olması.


Evet, “Bisiklet eşitliktir: bazen o sizi taşır, bazen de siz onu”. (14) Dileğim, benzer hissiyatı her araç sürücüsünün eşitlikçi trafik kültürünü paylaşması ve yaşatmasıdır. Biz, iki teker üzerinde durabilenleriz, hayal eder ve süreriz. Şimdiki etap, gerçekçi olup haklarımızı dillendirme vakti. 


Not: Bu yazı, editlenerek Cylist Türkiye dergisi Kasım 2019 sayısında yayınlanmıştır. Web sürümüne cyclistmag üzerinden ulaşabilirsiniz.




16 Ağustos 2019 Cuma

Prens, Aşk ve Saat



Valleluna Prensi Michael, parkta en sevdiği banka oturmuş, gecenin serinliğinde kendini hayat dolu hissediyordu. Diğer banklarda da kimsecikler yoktu. Serin hava pek çok kişiyi evine göndermişti.


Ay, parkın doğu yakasındaki evlerin üzerinden yükseliyor, çocuklar gülüp oynuyorlar, yakın sokakların birinden yumuşak bir müzik geliyor, bu küçük parkın etrafında at arabaları turluyordu.
Sokağın üzerinde seyahat eden trenler hızla geçip gitmişlerdi. Bu arabalar ve trenler, yabani sesleriyle parkın dışındaki hayvanlara benziyorlardı. Ancak parkın içerisine giremiyorlardı, burası güvenli ve sessizdi. Ağaçların boyunu da geçen uzun ve eski bir yapının içerisinde büyük, yuvarlak ve parlayan yüzüyle ışıklı bir saat yer almaktaydı.

Prens Michael'ın ayakkabıları eski püsküydü. Hiçbir ayakkabı tamircisi onları yenisi gibi yapamazdı artık. Kıyafetleri de yırtık pırtıktı. Yüzünü saran sakalları iki haftalık olmuş, bütün renklere —gri, kahverengi, kırmızı ve yeşil-sarı— bürünmüştü. Şapkası ise ayakkabı ve diğer kıyafetlerinden daha eski ve delik deşikti.

Prens Michael en sevdiği banka oturdu ve gülümsedi. Eğer isterse parkın etrafında görebildiği her evi satın alacak yeterli paraya sahip olması, onu mutlu eden bir düşünceydi. Bu gururlu New York kentindeki zengin biri kadar çokça altını vardı. Kral ve kraliçelerle masaya oturabilir, dünyadaki bütün iyi şeyler —sanat, zevk, güzel kadınlar, onur— onun olabilirdi. Ne zaman onları almayı tercih etse hayattaki bütün tatlı şeyler Valleluna'lı Prens Michael'ı bekliyordu. Gelgelelim, o, bunun yerine bir parkta, bir bankın üzerinde hırpani kıyafetleriyle oturmayı tercih ediyordu.

Tercih ediyordu, çünkü hayat ağacı meyvelerinin tadına bakmıştı ve bu tadı sevmemişti. Burada, bu parkta dünyanın atan kalbine yakın hissetmişti kendini. Bu parkın, meyvelerin tadını unutmada yardım edeceğini umuyordu. 

Bu düşünceler Prens Michael'ın aklından bir rüya gibi geçivermiş, rengarenk yüzüne bir gülümseme yayılmıştı. Bu şekilde, eski püskü kıyafetlerle oturup diğer insanları incelemeyi sevmişti. Bu insanlar için iyi şeyler yapmayı çok sevmişti. Vermek, bütün zenginliklere sahip olmaktan daha çok tatmin ediyordu onu. Başı sıkışan insanlara yardım etmek onun başlıca zevkiydi. Yardıma ihtiyaç duyan insanlara el verip onları prenslere yaraşır hediyelerle şaşırtmayı seviyordu. Dikkatlice düşünüp taşındıktan sonra bilgece yardım ediyordu her zaman.

Ama şimdi, büyük saatin parıldayan yüzüne baktığında gülümsemesi değişiverdi. Her zaman büyük düşünceler içerisinde olan Prens, zamanı düşündüğünde hep bir parça hüzün hissediyordu. Zaman, dünyayı kontrol ediyor, insanlar, zaman ne emrediyorsa onu yapmak zorunda kalıyorlar, kazanç ve giderleri her zaman bir saat tarafından kontrol ediliyordu. Zaman yüzünden hep bir telaş ve de korku içerisindeydiler. Bu onu üzmekteydi.

Bir süre sonra, gece kıyafetleriyle genç bir adam geldi ve Prense yakın bir banka oturdu. Adam burada yarım saat sinirli bir şekilde kaldı. Sonra da ağaçların üzerinde uzanan ışıklı saatin yüzünü seyretmeye başladı. Prens, genç adamın sıkıntıda olduğunu görebiliyordu. Bir şekilde saatin bu sıkıntının bir parçası olduğunu da görebiliyordu.

Prens yerinden kalkıp genç adamın yanına gitti.

"Ben yabancıyım ve sizinle konuşmamalıyım. Ama sıkıntıda olduğunuzu görebiliyorum. Ben, Valleluna Prensi Michael. İnsanların benim kim olduğunu bilmesini istemiyorum. Bu hırpani kıyafetleri de bu yüzden giyiyorum. Yardıma ihtiyaç duyanlara yardım etmek benim için küçük bir zevk. İlkin, yardıma değeceklerine emin olmalıyım. Bence siz yardım etmeye değersiniz. Ve belki de sıkıntınız sona erebilir, eğer siz ve ben, beraberce ne yapılacağına beraber karar verirsek."

Genç adam Prense parıldayan bir gözle baktı, sonra da güldü, ama hala yüzü sıkıntılı görünüyordu.Yine de birisiyle konuşmaya bir şans verdi.

"Sizinle tanıştığıma memnun oldum Prens" dedi keyifli bir şekilde. "Evet, bilinmek istenmediğinizi görebiliyorum. Bunu anlaması kolay. Yardım teklifiniz için teşekkür ederim. Ne var ki ne yapabileceğinizi anlayamadım. Bu benim sorunum. Yine de teşekkür ederim."

Prens Michael, genç adamın yanına oturdu. İnsanlar çoğunlukla ona hayır deseler de bunu her zaman nazikçe söylerler.

"Saatler" dedi Prens, "her erkek ve kadına ayak bağıdır. Seni oradaki saati izlerken gördüm. Onun yüzü, biz istesek de istemesek de bizi harekete geçirir. Onun yüzündeki sayılara güvenmemeni söylemeliyim. Eğer yapabilseler seni yok ederler. O saate bakmayı kes. Yaşayan erkek ve kadınlara dair ne bilir ki?"

"Ben genelde o saate bakmam" dedi genç adam. "Akşam kıyafetlerini giymediğim zamanlarda bir saat taşırım yanımda."

Prens, "kadınları ve erkekleri, ağaçları ve çiçekleri bildiğim gibi bilirim" dedi samimi ve gururlu bir sesle. "Yıllarca çalıştım. Ve şimdi çok zenginim.Yardım edemeyeceğim sıkıntı çok azdır. Yüzünde nasıl bir ifade olduğunu gördüm. Orada gurur ve iyilik var ve de sıkıntı. Lütfen yardımımı kabul et. Bilge biri olduğunu görebiliyorum. Ne kadar bilgesin göster bana. Yırtık pırtık kıyafetlerimle beni yargılama. Eminim ki sana yardımcı olabilirim."

Genç adam saate yeniden baktı ve yüzü sararmaya başladı. Sonra da parkın yanındaki bir eve çevirdi bakışlarını. Birçok odasında ışıkların yandığı görülebiliyordu.

"Dokuza on var" dedi genç adam. Ellerini kaldırıp sonra da indirdi, umudu yitip gitmişçesine. Ayağa kalktı ve gitmek için birkaç adım attı.   

"Gitme, dur" diye seslendi Prens Michael. Sesi o kadar güçlüydü ki genç adam hızla arkasına döndü ve kısa bir süreliğine güldü.

"On dakika bekleyip sonra da gideceğim" dedi kısık bir sesle, sadece kendisine söylemiş gibi. Sonra da Prense, "Size katılacağım. Bütün saatleri yok edeceğiz. Ve de kadınları."

"Otur" dedi Prens yumuşak bir sesle. "Bunu kabul etmem. Kadınları dahil etmem. Kadınlar saatlerin düşmanıdır. Onlar böyle doğarlar. Dolayısıyla onlar, saatleri yok etmeyi arzulayanların arkadaşlarıdır. Eğer bana güvenirsen sana hikayemi anlatabilirim."

 Genç adam yeniden oturdu ve bir kahkaha attı.

"Güveniyorum, Prensim" dedi. Prensin gerçek bir Prens olduğuna inanmamıştı. Konuşmasındaki eda bunu gösteriyordu. "Şu evi görüyor musunuz, Prens? Üçüncü kattaki üç pencereli şu evi? Bu akşam saat altıda genç bir hanımefendiyle o evdeydim. Onunla evleneceğim, evlenecektim. Ona yanlış yaptım, sevgili Prensim, ve o da bunu duydu. Üzgünüm. Unutmasını istedim. Kadınlardan her zaman böyle şeyleri unutmasını isteriz, değil mi, Prens?"

"Düşünmek için zaman istiyorum" dedi bana. "Ya ilelebet unutacağım ya da yüzünü bir daha asla görmeyeceğim. Saat sekiz buçukta bu evin üçüncü katındaki orta pencereyi izle. Eğer unutmaya karar verirsem uzun beyaz bir kumaş asacağım. O zaman her şeyin önceki gibi olduğunu bileceksin ve bana gelebilirsin. Eğer pencerede asılı bir şey görmezsen o zaman aramızdaki her şeyin sonsuza kadar bittiğini anlayacaksın."

"İşte bu yüzden saati izliyorum. Yirmi üç dakika önce zaman doldu. Neden bir parça sıkıntılı olduğumu anlıyor musun, benim hırpani Prensim?" dedi genç adam.

Prens Michael yumuşak sesiyle "sana anlatmama tekrar izin ver" dedi, "kadınlar saatlerin düşmanı olarak doğarlar. Saatler kötüdür, kadınlar iyidir. Beyaz kumaş yine de görünebilir."

Umutsuzca, "asla!" dedi genç adam. "Marian'ı tanımıyorsun. Her zaman dakiktir. Ona dair sevdiğim ilk şey buydu. Saat 8:31'de her şeyin bittiğini bilmeliydim. Batıya gideceğim. Bu akşamki trene biniyorum. Onu unutmanın bir yolunu bulacağım. İyi akşamlar Prens."

Prens Michael, nazik ve anlayışlı bir şekilde gülümseyerek genç adamı kolundan yakaladı. Prensin gözlerindeki parlak ışık yumuşaktı. Rüya gibi bulutumsuydu.

"Vakti gelene kadar saati bekle. Zengin ve güçlüyüm ve de pek çok kişiden daha bilgeyim. Ama saatin vakti göstermesinden korkuyorum. O zamana kadar benimle kal. Bu kadın senin olacak. Sana Valleluna Prensi söz veriyor. Evlendiğin gün sana yüz bin dolar ve Hudson Nehrinin yanında büyük bir ev vereceğim. Ama o evde saat olmamalı. Bunu kabul ediyor musun?"

"Elbette," dedi genç adam. "Saatleri sevmem."

Ağaçların üzerindeki saate yeniden baktı. Dokuza üç dakika vardı.

"Sanırım biraz uyuyacağım," dedi Prens Michael. "Uzun bir gün oldu."

Daha önce de sık sık yapmışçasına banka uzandı.

Prens, "hava güzel olduğunda herhangi bir akşam beni bu parkta bulursun. Evleneceğin günü kararlaştırdığında bana gel. Sana parayı vereceğim."

"Teşekkür ederim, Prens," dedi genç adam. "O gün gelmeyecek, ama yine de teşekkürler."

Prens Michael derin bir uykuya daldı. Şapkası yerde yuvarlandı, genç adam onu alıp Prensin yüzüne koydu ve Prensin bacaklarından birini daha rahat bir pozisyona getirdi. Perişan haldeki ceketi Prensin üstünü örtecek şekilde çekip "zavallı ahbap" dedi.  

Saat dokuzdu. Kulenin yüksek ve şaşırtıcı sesi saati söylüyordu. Genç adam derin bir nefes alıp eve bir kez daha dönüp baktı. Ve birden sevinç çığlıkları attı.

Üçüncü katın orta penceresinden kar beyazı harikulade bir kumaş sarkıyordu.

Bu esnada eve doğru alelacele giden bir adam parktan geçmekteydi.

"Lütfen bana saati söyler misiniz?" dedi genç adam.

Yoldan geçen adam da saatini çıkarıp "sekizi yirmi dokuz geçiyor" dedi.

Ve sonra da saat kulesine doğru başını kaldırıp "ama o saat yanlış! On yılda ilk defa. Saatim her zaman..."

Ne var ki onu dinleyen kimse yoktu. Arkasını döndü ve genç adamın üçüncü katta üç ışıklı eve doğru koştuğunu gördü.




Sabah vakti iki polis park boyunca devriye atmaktaydı. Görünen sadece bir kişi vardı, uzun park bankında uyuyan bir adam. Ona bakmak için durdular.

"Bu Hayalperest Michael," dedi polislerden biri. "Yirmi yıldır bu parkta bu şekilde uyur. Sanırım fazla ömrü kalmadı."

Diğer polis hayalperestin elindeki bir şeye gözü takıldı. "Şuna bak," dedi. "Elli dolar. Keşke ben de böyle bir rüya görsem."

Ve sonra da Valleluna Prensi Michael'ı sertçe sarsarak onu rüyalarından çıkartıp gerçek hayata getirdi.




Yazan: O. Henry

Çeviri: Engin Noyan
 

26 Haziran 2019 Çarşamba

Mahşer Arabası


Land Rover'ın son reklamı, aşırı benzin tüketen bu aracın kent kültürüne katkıda bulunacağına bizi inandırmaya çalışıyor.


Bir şehri yıkmanın en iyi yolu nedir? Şehre arabaları sürmektir. 50 yıllık araştırma gösteriyor ki, yoğun trafik, toplulukları ayırmakta, sosyal hayatı bozmakta ve yerel kültürleri ezmektedir. Çıkan gürültü sohbetleri boğmakta, insanları iç mekanlara sürüklemektedir. Kirlilik, sokakları tahammül edilemez hale getirmiştir. Arabalar, çocukların oynayabileceği, erişkinlerin buluşabileceği ve yerel projelerin gelişebileceği alanları işgal etmiştir.  

Sokaktaki yaşam trafiğe bir engel olarak görülüyor. Dünyanın bütün kentlerinde sokaklar arabalara ayrılmış durumda. Tezgahlar, işportacılar, futbol ve kriket oyunları, domino, satranç ya da petank oynayan yaşlı insanların hepsi arabalara yol vermeli. Arabaların hareket ve park etmesi için o kadar çok alan gerekiyor ki insan hayatına azıcık bir yer kalıyor. Trafiği sınırlandıran Barcelona gibi şehirlerde arabalar kentsel alanın yaklaşık %25'ini kullanırken Houston gibi trafiğin kısıtlanmadığı şehirlerde bu oran %60'tır. Arabaların yiyip bitirdiği kamusal alanlar, diğer yandan park, bisiklet yolları, pazarlar ve oyun alanları olabilirdi.      

Land Rover'ın Range Rover Evoque yeni reklamı şöyle bir karşı etki yaratıyor: bu saçma benzin müsrifi araç kent kültürüne katkıda bulunur. Evoque, "şehrin Range Rover'ı" olarak pazarlanıyor, ki bunda bir tezatlık görünüyor, çünkü bunun gibi SUV'lar aslında kırsal alanlardaki toz-toprak yollar için tasarlanmışlardı. Ama şimdi, bu nahoş kampanyanın arkasındaki ajansa göre, "şehrimizi keşfetmeye" ve kendi "kent maceraları"mızı yaratmak için bu aracı sürmeye davet ediliyoruz.      

Reklamların birinde oynayan süper model Adwoa Aboah, Brixton yollarında araba sürerken bir insan safarisindeymişçesine ilginç sokak hayatına bakmakta ve buranın "şaşırtıcı ruhu ve ritmi" hakkında konuşup "buradaki insanlar gerçek" demektedir. 

"Land Rover Evoque" aracının Brixton sokak hayatına tek katkısı  geçtiği kimi "gerçek" insanların ölümlerini hızlandırmaktan muhtemelen ibaret olacak.
Aboah, ayrıca Brixton Caddesi boyunca da bu aracı sürmektedir, ki burası Londra'nın en kirli sokaklarından biridir. Evoque modellerinin hepsi yeni arabaların ortalamasından daha yüksek nitrojen oksit salınımına sahiptir (ve çok daha fazla karbondioksit salınımına). "Land Rover Evoque" aracının Brixton sokak hayatına tek katkısı, geçtiği kimi "gerçek" insanların ölümlerini hızlandırmaktan muhtemelen ibaret olacak. 

Günümüzde hava kirliliğinin sigara dumanına göre daha fazla insanın ölümüne sebebiyet verdiğine inanılmaktadır. Avrupa boyunca yılda 800 bin prematüre ölüme neden olduğu tahmin ediliyor. Her hafta, arabalar burada Çernobil felaketinin toplamından çok daha fazla insan öldürüyor.  Hava kirliliği, kalp ve ciğerlere zarar vermesinin yanı sıra çok çeşitli kanserlere neden olmakta, doğmamış çocukların sağlıklarını tehlikeye atmakta, oksidatif stres ve bilişsel yozlaşmanın bir sonucu olarak zekayı aşırı oranda geriletmektedir. Piyasaya bu şekilde giren Land Rover, sadece bir şehir arabası olarak kirlilik yaratan bir SUV geliştirmekle kalmıyor, ayrıca eğlence için de kullanılmasını öneriyor: trafiğin sıkışık olduğu sokaklarda insanlar hayvanat bahçesindeymiş gibi onlara aval aval bakıp takılmayı.

SUV'lar ölüm araçlarıdır, çünkü daha yüksek ve ağırdır. Eğer sıradan arabadan ziyade bunlardan biri size çarparsa ölme ihtimaliniz daha çoktur. Yaya ölümlerinin artmasının iki ana nedeninden biri SUV modası, diğeri de akıllı telefon kullanan sürücülerdir. Bunlar, muhtemelen, eğer yolun izlenmesinden ziyade oyun gibi sürülürse özellikle tehlikelidir. 

Reklamlardan bir diğeri de sürücüleri bir "maceraya başlamasını" teşvik eder: "Edinburg'u keşfedin, Birleşik Krallık'ın en ileri düşünceli şehirlerinden birini". İleri görüşlü bir şehir böylesi arabaları sokaklarında yasaklamalı. Land Rover'ın reklam ajansı bu kampanyanın dünya çapında, isimlerini verdiği Güney Afrika, Çin ve Kolombiya'da yayınlanacağını duyurmuştur. Nerede ilginç bir kent kültürü varlık sürüyorsa bir Range Rover bu kültürlere hızla ve kontrolsüz bir şekilde dalacaktır.

Bu reklamlar Rio favelaları boyunca yapılan ticari jip turlarını hatırlatıyor korkunç bir şekilde. Orada yaşayanlar bu turların onları aşağılanmış ve nesneleşmiş hissettirdiklerini söylüyor. Turistler araba camlarının arkasından, güvenli bir şekilde yalıtıldıkları yerlilerin egzotik fakirliklerini filme alırken arabalar da insanların evlerinin yanından geçip gitmektedir.       

Bu reklamlar bana geçen seneki Volkswagen'in şu iğrenç sorulu reklamını hatırlatıyor: "Okul girişindeki itibarınızı mı artırmayı planlıyorsunuz? Tiguan aracımız, çocuklarını okula bırakan babalar için en havalı arabalardan biri olarak seçildi." Okul kapısına canavar bir SUV sürerek çocukları zehirlemek, bana göre, bir ebeveynin yapabileceği en az havalı şeydir. 

Brixton, Londra'nın en kirli caddelerinden biri

Bu reklamlar asosyal -hatta patolojik- davranışları normalleştirmeye yarar. Arabaların kullanımını, hem insan sağlığı hem de gezegen varoluşu adına, ciddi oranda azaltmamız gereken (Londra belediye başkanı Sadiq Khan, bu gereksinimi vurgulamak için Eylül ayında arabasız bir gün olacağını duyurdu) bir zamanda araba üreticileri bizi 20. yüzyıla geri götürmeye çalışıyor. 

Paul Chatterton, "Unlocking Sustainable Cities" kitabında arkadaş canlısı ve enerji dolu şehirler yaratma yolunda atılacak ilk ve en önemli adımın arabaları denetlemek olduğunu öne sürer. "Binalar arasındaki yaşamın" sağlıklı bir şekilde gelişmesine imkan sağlamak için arabalarca şu an işgal edilen alanı geri almaya çalışan Jan Gehl gibi mimarların çalışmalarına işaret eder.

Ne elektrikli  ne de sürücüsüz arabalar sorunlarımızı çözebilir. Bunlar fosil enerjili araçlar kadar çok yer kaplar. Elektrikli araçlar, bataryaları için gereken lityum, kobalt ve nikele aşırı talep nedeniyle  bir dizi çevre felaketini çoktan tetiklemiş durumda. Sürücüsüz arabalar trafik sıkışıklığını muhtemelen daha da beter bir hale getirip, kontrol edilmeleri için gereken data merkezlerinin enerji talepleri nedeniyle de iklim çöküşünü hızlandıracaktır.     

Elektrikli kitlesel taşımacılığın inşa edilmesi çok daha anlamlı. Ne var ki kitlesel mahşer arabalarından kar sağlayanlar bu taşımacılığı engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadır. Birleşik Devletlerde, Koch kardeşler tarafından kurulan ve finanse edilen Americans for Prosperity (Amerikalılar için Refah), yeni otobüs ve hafif raylı projelerine karşı kampanyalar düzenlemektedir. Bu kampanyalar kimi eyaletlerdeki toplu taşıma sistemlerini durdurabilmiştir. Koch'lar devasa servetlerinin çoğunu petrol arıtımı ve asfalt yapımından elde etmişlerdir. 

Evoque için bir diğer planlanlı, bu sefer Şikago'dan, reklam ise çatışmayı zalim bir şekilde betimliyor. Land Rover'ın kelimeleriyle, " Evoque, yoğun bir taşıma durağının tam da üzerine tırmanacaktır." Safari teması devam etmekte: yeni Range Rover, öldürdüğü bir aslanı ayakları altına alarak toplu taşıma sisteminin üzerinde poz veren bir avcı gibidir.  

Charles Dickens, "İki Şehrin Hikayesi"nde "agresif araba kullanmanın öfkeli asil bir gelenek" olduğunu yazmıştır. Aristokratlar etraflarını umursamadan arabalarıyla Paris sokaklarında yarışırken, diğer herkes ya yoldan sağa sola zıplamak zorundaydı ya da ölecekti. Dickens, bu barbarca hareketin Fransız Devrimini hızlandırmaya yarayan pek çok acımasızlıktan biri olduğunu ima eder. Bugün, arabalar hayatlarımız boyunca yol alırken, agresif kullanıma karşı yeni bir başkaldırıya ihtiyacımız var. Artık sokakları insanlar için yeniden ele geçirmenin zamanı geldi.  


Çeviri: Engin Noyan

14 Haziran 2019 Cuma

Fotoğraf Özgürleştirmeli








Hafta sonu..

Km'lerce sürecek foto-yürüyüş için Tarsus’tan Mersin’e gidecek treni beklerken elindeki 1 liralık kağıt mendili okul pantolonunu hafta sonu da çıkarmadan satmaya çalışan bir çocuk peşime takılıyor.

"Abi kağıt mendil.."

Öncedende almıştım. Yine alıyorum. Teşekkür ediyor ve başka bir müşteriye yönelmek üzereyken

"Dur gitme" diyorum, "konuşalım."

Sırtımızı art arda duvara yaslıyoruz. “Okul, dersler nasıl gidiyor?”

"İyi"diyor.

“Adın ne?”diyorum, “Servet” diyor.

"Fotoğrafını çekmemi ister misin?" diyorum, kameramı gördüğünü fark edince.

Sessizce ”olur” diyor.

Sırtımızı aynı anda duvardan kurtarıyoruz.

Mendillerinden kurtulmak istermişçesine bir kenara bırakıyor ve önüme geçip arkada atıl bekleyen vagonlar ve raylar önünde boydan bir portre için poz veriyor.

Çekiyorum.“Gel, bakalım bir” diyorum. Tepkisiziz. İçime sinmiyor. Gerçekliği yansıtamadığımı düşünüyorum: Elinde mendil yok ki!

“Mendili al, öyle çekeyim” diyorum, sözümü dinliyor. Bir önceki pozu veriyor, ama elinde mendil ve yüzünde hüzün. Çekiyorum.

Yeniden ekrana bakıyoruz: “Abi mendil ister misin” diyen ifadenin dijitalleştiğini görüyorum. Varoluşunu ona tekrar yaşatmam üzüyor beni ve mutlaka onu. Tren de kendini sesiyle ışığıyla göstermeye başlıyor.

“Hadi” diyorum, “bu sefer tren tam buraya yanaşırken zıplayacaksın, tamam mı?”

Tren sesi yaklaştığını ayaklarımızdan bile hissederken havaya zıplayan Servet ilk defa o anda elleri iki yana açılmış havadayken, ayakları yere basmıyorken gülümsüyor.

“Görüşürüz” deyip, trene biniyorum.

Yol boyu diyaloglarımızı ve çekimleri düşünüyorum, fabrika gettoları tren penceresinden akıp giderken: Zıpladığında mendilleri de gülümseyerek fırlatmalıydı.

Fotoğraf özgürleştirmeliydi, en azından saniyenin binde birinde.



31 Mayıs 2019 Cuma

Nefes Al, Nefes Ver... 500 km'de Amasra 4. Bölüm (Sakarya Nehri - Amasra)

Mızıkamın ezgisi Sakarya Nehrinin Karadenize kavuşmasına eşlik ederken yeni günün enerjisiyle Karasu boyunca yol alıyorum.

Karasu

Ve uzunca bir kumsal Karasu, haşin dalgalarıyla.

Karasu

Yeni günün ilk molasını genç bir çınarın yalnız gölgesiyle paylaşıyorum. Dalgalar sakin tatilcilere kızgın adeta. Benim dışımda kimse denize girmiyor. Bense gönlünü almak istermişçesine nazik adımlarla suyun içerisinde ilerlerken hırçın dalgaların kaba kuvvetine maruz kalıp, boyum büyüklüğündeki dalgalarla devriliyorum. 

Bir güzel dinlenmiş halde ve su, kuruyemiş ile çeşitli konserveleri aldıktan sonra yeniden D010 karayoluna koyuluyorum. Yol sakin ve düz, ama nedense pek kendimi yola, yolun heyecanına veremiyor gibiyim. Sürekli mola veriyorum. Yeni mola noktam Büyükmelen Çayının döküldüğü Melenağzı.

Melenağzı
  

Melenağzı öyle sakin ki, genç çınarların arasından teknesini değil manzarayı boyuyor usta, bir an beyaz elleri oluyorum.

Jojo beliriveriyor derme çatma balıkçı barınağından; azığıma ortak, neşeme sebep.


Bugünkü niyetim Akçakoca'da Ceneviz Kalesini ziyaret edip plajda kamp yapmak, ama Akçakoca öncesi, güneş batmaya yakın cankurtaranın çoktan terk ettiği kimsesiz bir plaja kuruyorum gecemi.

 

Bir gün daha batıyor, mızıkam dalga sesleri...

Kamp yaptığım kumsalın girişindeki kamp-büfede kahvaltımı yapıyorum. Birkaç masa ileride cankurtaran gelmiş, büfeciyle sohbet ediyor: "Arkadaşın yerine geldim bugünlük, kimse yok burda, bakalım nasıl geçecek tek başıma..."

Herkes tek başına. Koca kumsalda geceyi geçiren ben tek başımayım, günübirlik tatilcilere meşrubat, yiyecek, atıştırmalık, deniz topu, yeleği, şemsiyesi ve wc-duş hizmeti veren büfeci tek başına.

Büfeciyle biraz bisiklete, bisiklet yolculuğunun da masraflı olduğuna, bir litre suya birkaç katı para vermek durumunda kalmamdan da bunun anlaşıldığına dair lafladıktan sonra borcumu ödeyip, kalkıyorum. 

Birkaç km sonra Akçakoca'dayım. Sıkış tıkış çarşısında buraya özgü otlu bir gözleme yiyip, limana doğru geçiyorum.

Liman kafelerinden birinde oturup bir yandan art arda çay içip günü, rotayı, önümüzdeki günleri, nereye kadar gidebileceğimi, kendimi, burayı, kuşları, balıkçı teknelerini, balıkçıları... aklıma gelen bir sürü şeyi de yudumluyorum.

 

Sakin bir liman Akçakoca. Tek tük balıkçı takaları gidiyor, geliyor. İskeleden olta sallayan birkaç balıkçıya denizi görünce soyunuverip denize atlayan çocukların neşeli gürültüleri karışıyor.

Öğle sıcağını limanda bırakıp ayrılıyorum.

Deniz kıyısı boyunca ilerliyorum, Alaplı'ya varmadan geçmem gereken upuzun tüneller ciddi bir tehdit oluşturuyor. Mecburen tünelin en sağında yer alan kaldırım benzeri dar bir kısımdan yol almaya çalışıyorum. Oldukça zorlandığım Alaplı'yı da geri bırakıp Ereğli'ye varmadan önce güneş etkisini yitiriyor, şimdi geceyi güvenli geçireceğim bir yer bulma vakti. 

Yol boyunca günübirlikçi arabaların dizildiği, çoluk çocuğun sakin denize girip oyun oynadıkları, tatilcilerin yavaştan gitmek üzere havlularını, yiyecek malzemelerini, şemsiyelerini toparladıkları uzunca bir kumsal gözüme çarpıyor. Giriş tabelasında "Ereğli Belediyesi Plaj Tesisleri" yazıyor.

Beton dökülmüş dik bir yoldan inip kumsalda Samsarayı itekleyerek ilermeye başlıyorum. Gözlerim çadır kurulacak bir alan arıyor. Cankurtaranlardan birine soruyorum. İleride şuraya kuruyorlar ama güvenlik yok diyor. 

 

Çadırı kursam mı kurmasam mı henüz karar vermeden insanların gitmesini, kalabalığın azalmasını bekliyorum. Biraz yüzüyorum, güneşin batışını izlerken birkaç genç kafadarın gitar çalıp hep bir ağızdan hisli hisli söyledikleri şarkıyı dinliyorum. Gençler kalkıp gidiyor, ben de yemek için ocağı kurup bulgur pilavı yapıyorum ve artık hava kararmışken dalgalara, kumsala, geceye misafir olmaya karar verip çadır kurmadan matımı serip tuluma girerek yıldızlarla uyuyakalıyorum. 

Ereğli

Gece serinliyor, üşüyorum biraz, tuluma iyice sarılıyorum. Sabah güneşi henüz kendini hissettirmeden, hemen yanımda bir hareketlilik hissediyorum, hırıltılı sesler geliyor. Ne oluyor diye başımı tulumdan çıkardığımda sahil köpeklerinden beyaz bir Jojo benle oyun oynamak ister hareketler yapıyor: kuyruğunu sallıyor, havlıyor, patilerini kuma sokup çıkarıyor, üzerime atlar gibi yapıp kuma gömülüyor... Yeni güne azığımı Jojoyla paylaşarak başlıyorum. 

Ereğli

Ereğli merkeze yaklaştığımı gösteren bir anıt gibi devasa duruyor iki gemi. 

Ereğli
Mavi, yeşil ve grinin buluştuğu kentin merkezindeyim artık. Bir yerlerde dinlenmeli, bir yerleri keşfetmeli, tanımalı bu kenti.

Herakles Heykeli, Ereğli
Ereğli, Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahip. Heykelin hemen yanıbaşındaki kitabe kentin nasıl da tarihsel bir değere sahip olduğunu gösteriyor.

Herakles Kitabesi, Ereğli

Herakles (Herkül) Kitabesi, Ereğli

Kitabeleri okumamla bir sonraki istikametim belli oluyor: Cehennemağzı Mağaraları. Ama önce Anıt Çınarların yer aldığı bir çay bahçesinde dinleniyorum.


Cehennem Ağzı Mağarası, Ereğli

Herkül'ün üç başlı canavar köpek Kerberos'u yeryüzüne çıkardığına inanılan mağara su damlamasıyla oluşan doğal havuzuyla ve serinliğiyle etkileyici bir havaya sahip.



Aynı yerdeki bir diğer mağara ise Kilise mağarası. Adı üzerinde bu mağara Hristiyanlığın yasak olduğu Roma döneminde kullanılmaya başlanmış.

Hem mağaralarda hem de yerleşke içerisinde hediyelik eşya satan dükkanlarda olabildiğince zaman geçiriyorum. Burayı, Ereğli'yi, kömürü, binbir emeği hatırlatacak bir hediye almak istiyorum kendime.

Kitaplığımda Ereğli Hatırası

Bisikletime, turuma içten bir samimiyet gösteren dükkanlardan birinden elinde fener tutan bir kömürcü biblosu alıyorum.


Yol Ayrımı, Ereğli

Bu akşamı Zonguldak'a yakın plajlardan birinde geçirmeyi istiyorum, ne var ki mağara ziyaretlerimin uzun olması, yola da gün içinde geç çıkmam kararımı anlık değiştiriveriyor. Yol tam da bu! Her şey birbirine bağlı ve birbirinden etkileniyor, hassas ve bir o kadar da kararlılık isteyen bir var olma çabası.

Yol ikiye ayrılıyor; ya arabaların vızır vızır geçtiği D010 karayolunu ya da sakin, yeşil ve temiz havasıyla ama yüksek rakımlı zorlu köy yollarını tercih etme zamanı.

Bisiklet demek yeni coğrafyaları keşfetmek, tanımak, tanışmak demek. Daha uzun, zorlayıcı ama bir o kadar da harikulade doğası olan köy yollarını tercih ediyorum.


Ereğli'nin köylerince uzanıyor gölgem. Aşağılarda saklı kalmış bir koyun neşesi karışıyor kuş seslerine. Kimim, nerdenim, niye yalnızım... Tırmandıkça gülümsemelerimiz artıyor, Balı köyünde maden suyu ikram eden bakkal, Armutçuk'ta eli yüklü teyze, Kandilli'de köy minibüsü bekleyen ihtiyarlarla...

Nefes al ver, al ver... Tempo tutturuyorum, dilimde bir türkü gibi. 


Terk Edilmiş Kömür İşletmesi, Armutçuk

Sırasıyla yüksek rakımlı Balı, Armutçuk köylerini geçerken bir hayli zorlanıyorum, terliyorum, dolayısıyla sık sık mola vermek durumunda kalıyorum, haliyle güneş yavaştan yeryüzünden çekilmeye hazırlanıyor.

 
Gökçeler

Orda bir köy var uzakta, değil artık; kekik kokularıyla hoş geldin diyor Gökçeler.  

Gökçeler Köyü Okulu

Nerde kalabilirim, neresi güvenli ve doğayla barışık bir kamp noktası olabilir? Gözüme bir okul ilişiyor. Anında kararımı veriyorum.

Gökçeler Köyü Gün Batımı

Okulun etrafını kısmen dolaşıp sabah güneşini ve rüzgarı da hesaba katıp arka tarafta duvar ile genç bir çınar arasına çadırımı kurup yavaştan kararan gökyüzünü izlemeye koyuluyorum. 

Bulutlar son geçişlerini yapıyorlar, güneşin huzurunda, çınar yapraklarının hışırtıları değişiyor an be an...  

Sabah son derece halsiz uyanıyorum, muhtemelen bir önceki gün zorlu rampalarda aşırı terleyip sonra da rüzgarı yememle alakalı. Yine de eşyalarımı toparlayıp yola koyulma vakti, ama bir yerlerden sanırım okulun bahçesinden sesler geliyor. Başımı kaldırıp duvarın üzerinden bakıyorum, bir adam ve kadın aralarında konuşuyorlar. Sanırım öğretmenler diye düşünüyorum. Kadın, duvarın arkasında birisi var diyor, birkaç dakika sonra da 50lerinde bir adam duvarda bitip selam veriyor.

Hızla kendimi tanıtıyorum, kadın Beden Eğitimi öğretmeniymiş, beni bisikletli görünce oldukça seviniyor, fotoğraflarımı çekiyor öğrencilerine göstermek için. Okul görevlisi olan bey de çay ikram ediyor. Yola, yolculuğa, bisiklete dair konuşuyoruz. Kamp için Tas Gölünü öneriyorlar, güzeldir, yolunun üzerinde mutlaka görmelisin.

Köyden geçerken çocuklar sarıyor çevremi. Çeşme var mı çocuklar diyorum, hiç suyum kalmadığından. Bir çeşmeye götürüyorlar beni hemen, ve her şeyi inceleyip bir sürü soru sormaya başlıyorlar. Çocukların meraklı hallerini seviyorum. 


Tas Gölü Rehberlerim Soykan ve Enes (soldan sağa)

Turist miymişim ben? Öncekiler hep Alman, İngilizmiş! Her yanım meraklı bir enerjiyle sarmalanıyor, serin bir şeyler ısmarlıyorum köy bakkalından, keyfimiz gıcır. Temiz, meraklı, cesur çocuklar... Beşiktaşlı Soykan ve Fenerli koşucu Enes eşlik ediyor biraz uzaktaki Şelale ve gölete. Mutlular, mutluyum! Güzel paylaşımın yaşı var mı? 

Tas Gölü

Gölete giriyorlar, oyun modları yüksek, ben de ilkin girmek istiyorum ama rahatsızım hala. Suyun sesi o kadar meditatif ki burayı kamp alanı seçerek uzun süre kalıyorum.


Tas Gölü

Enerjimi toplayana kadar birkaç gün boyunca telefonumun pek de çekmediği hafta içi sakinliğinde geçiriyorum.


Kendime gelme sürecimde kamp alanının gece vakti bekçiliğini de yapan köpeklerden tırım tırım tırsan bir kedicik kampımın neşesi oluyor, ta ki köpekler kovalayana kadar. 

Masadaki kitap Ralph Waldo Emerson'ın (1803-1882) "Yaşamın İdaresi" kitabı. Emerson, Amerikan Aşkıncıları'nın (New England Transcendentalists) başlıca ismi. Çevirmen Aytek Sever'in yazdığı önsözde Aşkıncılar için, "insanın yüzünü önce kendine, sonra doğaya dönmesini, şeylerin görünür düzenini aşarak onun ardındaki güçlerle (Tanrı''yla) bağ kurmasını ve böylece varlıkların tümünün birliğini kavramasını temel alan bir düşünüşü temsil ederler" diyor.

Aşkıncılardan tanıdığım ilk kişi Henry David Thoreau, "Sivil İtaatsizlik ve Walden Gölü" kitabıyla derinden etkilemişti beni.  



Yapraklar sakince düşüyor suya, su ki evvel zamandan akıyor, akıyor... andaki sonsuzluğa. 

Birkaç günlük dinlenmeden sonra artık Tas Gölünden ayrılma vakti. Tas Gölü, genelde günübirlikçilerin, gelin ve damatların fotoğraf çekimleri için geldiği bir kamp alanı havası verdi bana. Çekim merkezi elbette o minik şelale ve oluşturduğu küçük gölet. Herhangi bir yapılaşma olmaması ortamı huzurlu kılıyor. Benim dışımda arabalarıyla gelmiş birkaç kampçı daha vardı. Benden önce de, sanırım bir yıl önce bisikletli bir kadının geldiğini söyledi kafede genç. Fenomenmiş abi, dedi. Kim, adı ne dedim? Melke'ydi sanırım dedi. Siz de fenomen misiniz, diye sordu? Popüler değilim, kendi çapımı genişletiyorum diye düşünürken meraklı gence sadece yok yok deyip gülümsedim.

Köy yollarında tırmanmaya devam, harikulade yollar. Her yer fındık bahçesi. Meyvelerini yere bırakmış bir elma ağacı görüyorum, göz hakkımı alıyorum fazlasıyla. Bisiklet turunun en sevdiğim yanlarından biri de uygarlık öncesinden gelen avcı-toplayıcı geleneği bana kısmen yaşatması. İç güdüsel hareketlerle zamanda bütünleşmiş bir hissiyata kapılıyorum.

Ballıca Köy Kahvesi

Ballıca'da bir köy kahvesine oturuyorum, amacım biraz dinlenmek biraz da köyün sakinleriyle sohbet etmek. Kahve masasına otururduğumda hemen yanımdaki Alamancı Mustafa Abi gazetesini pür dikkat okuyordu, selam verip masaya oturduğumda gastesini bir güzel katlayıp çay söyledi, seyyahın halinden anlayıp. Sonrasında Fındıkçı Dursun Abi ve de 4. sınıf öğrencisi Poyraz bisikletiyle çıkageldi merakından. 

Mustaba Abi köyün bir hayli Alamancı nüfusundan, yıllar sonra emekli olup gelmiş, bir çoğu da yazları geliyormuş Ballıca'ya. Almanya'yı, insanların güzel erdemlerini anlatırken şöyle bir anısını paylaştı bizimle: Almanya'nın ıssız bir yerinde yolda kalmış arabası arızalandığından. Sonrasında bir araba durdurmuş, arabada bir Alman ile genç bir kadın varmış, adama anlatmış durumu, adam da üşenmeden arabasına bağlamış Mustafa Abinin arabasını ve km'lerce çekmiş. Nihayet tamirci bulabileceği bir yere geldiklerinde teşekkür edip karşılığında para vermek istemiş. Alman kabul etmemiş, bugün sana yarın bana demiş. İşte, diyor Mustaba Abi, adamlardaki insanlık böyle.

Poyrazın pek sesi çıkmıyor, gözü kahvehanenin bir köşesine yasladığım bisikletimde. Öğretmen olduğumu söyleyince neler geçiyor aklından okuyamıyorum ama Dursun Abi lise zamanlarındaki genç kadın öğretmenin giydiği kısa eteğin ahalide yarattığı rahatsızlığı anlatıp Ballıca'yı anlatmaya koyuldu köyü merakıma cevaben. Ereğlinin en büyük köyüymüş Ballıca, kömür işletmesi varmış eskiden, şimdi de fındıkla geçiniyormuş. Harikulade bir doğası var. Birkaç km ötede köylü denize girebiliyor. Biz bu sohbete koyulmuşken yan masalarda ahali kağıt üstüne kağıt atıyor heyecanla. Yolcu yolunda gerek diyorum ellerini sıkaraktan, uğurlarını alıyorum... 

Sücüllü

Köy köy yol alıp Zonguldak'a bağlanmayı isterken, aşırı terleyip rüzgara maruz kalmam ve saatin de ilerlemesiyle D010'a bağlanıyorum Ballıca'dan sonra.


Günbatımı Restoran

Güneş denizde batacak bir saat içerisinde. Adı Günbatımı olan bir restoranda duruyorum. Harikulade bir manzarası ve güzel bir bahçesi var. Niyetim biraz dinlenmek, birşeyler yemek, enerji toplayıp birkaç km ilerideki Saklı Bahçe plajında kamp yapmak, ne var ki işletmeciye bu fikrimi söyleyince yolun plaja dönen kısmı için fazladan yol yapıp geri dönerek plaja varabileceğimi söyleyip bahçesinde kalmamı teklif ediyor, daha önce de bisikletlileri misafir etmiş, bisiklet dostuyuz diyerek kalbimi kazanıyor. Şark köşelerinden birine tulumu seriyorum, çadır kurmaksızın.

Günbatımı Restoran

Mekancının oğlu akıllı mı akıllı, şirin mi şirin... Akşam vakti bir güzel sohbet ediyoruz, bisikletini getiriyor, onunkiyle benimkini karşılaştırıyoruz, kaç km sürdüğümü soruyor, umarım hayalinde bisiklet turu canlanıyordur. Çocuklarla etkileşimi önemsiyorum, hayat bu safha üzerinden boyutlanıp zenginleşiyor. Kahvaltıdan sonra da beni uğurluyor. 


Zonguldak

Emeğin, mavinin ve yeşilin kenti Zonguldak'a varıyorum.

Zonguldak

Sehir merkezindeki sakin limana doğru sürüp, çay bahçelerinden birinde seyredalıyorum maviyi, aklımda kömür karası, Varagel Tüneli.



Bir zamanlar limana kömür taşımak amacıyla açıldığını düşündüğüm tarihi Varagel tüneline giriyorum. Işıklandırması neredeyse yok, bir kömür işçisinin haleti ruhiyesiyle değil elbet ama yaşam mücadelesinin zorluğunu içime çekerek ilerliyorum kömür tünelinde, dilimde de Grup Yorum'un Madenci şarkısı.


Zonguldak - Amasra

Tatil günü Pazara denk geldiğinden Zonguldak Maden Müzesini gezemeden denize paralel ilerleyerek sırasıyla Kilimli, Muslu ve nihayetinde kamp yapmayı düşündüğüm Göbü'ye varmayı hedefliyorum. 


Zonguldak, Uzunkum Plajı

Hava sıcak, zamanım var, dolayısıyla denize girmek istiyorum Kapuz plajında. Ne var ki o kadar kalabalık ki sadece fotoğrafını çekip haritada biraz ileride görünen bir plaja, Uzunkum plajına yol alıyorum. 


Kilimli

Serinleyebilmek için dalgalarla biraz boğuştuktan, rengarenk ve incecik kumsal taşları üzerinde sızdıktan sonra birşeyler atıştırıp yola koyuluyorum yeniden. Kilimliye doğru rakım gittikçe artıyor, ter içerisinde kalıyorum. 


Çatalağzı

Kilimli bitimiyle kömür kokuyor doğa. Devasa bir kömür işletmesi Çatalağzı. 


Çatalağzı Termik Santrali

Çatalağzın'da kararıveriyor yeşil, Orhan Veli'nin sesini duyuyorum kara elmas yüklü katarda:  

"Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz’i
Balkaya’dan Kapuz’a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
EKİ’nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.
Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası?"

Çatalağzında emekçi bir bisikletli

Kara elmas katarından trafik tıkanıyor, her şey duruyor, bir tek bisikletine kesilmiş ağaç gövdesini istiflemekte zorluk çeken emekçi durmuyor, dengeyi sağlayamıyor. El veriyorum, sorun dengeden ziyade bir kütük daha ekleyebilmekte, bisikletli dayanışması ruhuyla yardım etmeye çalışıyorum, olacak gibi değil.


Göbü

Muslu'dan Göbü'ye devam etmem gerekiyor, hava kararmaya yakın, rakım gittikçe yükseliyor, kimi yokuşlarda inip iteklemek zorunda kalıyorum. Nihayet Göbü'ye vardığımda, kumsala çadırımı kuruyorum hemen ve arkadaki gazino şarkıları eşliğinde yorgunluk biramı yudumluyorum.


Göbü

Denize yine keyif alarak giremiyorum, dalgalar hala haşin. Güçlü bir kahvaltının peşi sıra yeniden yola düşüyorum, rakım gittikçe yükseliyor. Terimi silerken gece nerde uyuduğumu, yıldızları izlediğimi, Ferdi Tayfur şarkılarına maruz kaldığımı alnımdaki teri silip görsel hafızama kaydediyorum. 

Denize paralel bir sonraki durağım Filyos. 
 
Filyos, tarihi ismiyle Tion. Milattan önce 7. Yüzyılda Tion önderliğinde bir rahip tarafından Milet kolonisi olarak kurulmuş ve günümüze yazlıkçı beldesi olarak evrilmiş! .
 
Filyos'ta bir cami kalıntısı

Çarşısından geçerken ilk defa bir caminin yıkıldığına şahit oluyorum. Durup fotosunu çekerken yoldan geçen bir amca daha büyüğü yapılacak diyor, endişelenme der gibi.

Filyos, Ateş Tuğla Fabrikası

Beldenin orta yeri devasa bir Ateş Tuğla Fabrikası. Filyosun çoğu yerlisi ekmeğini buradan çıkarmış vakti evvel. Özelleştirilince kapanmış! Şimdi de 1. Derece sit alanından çıkıp 3. Derece sit alanına dönüşünce imara açılması gündemdeymiş.


Filyos

Tarihin kıyılarına rant dalgaları vuruyor gibi. Sanırım Filyos'u anca gün yüzüne çıkartılacak Tion kenti kurtabilir.
 
Filyos kalesi güvenliğiyle çay eşliğinde bir güzel sohbetimizi gelen turist kafilesi bozuyor, teşekkür edip yola koyuluyorum yeniden. Rotam Güzelcehisar lav sütunları, ne var ki yol ayrımını kaçırıp kendimi D010'da buluyorum. Geri dönmek için enerjim yok, vakit akşama doğru. Bartın'a merkeze doğru sürüp uygun bir yerde geceyi geçirmeye karar veriyorum.

 
Bartın

Karayolunda gözüme çarpan bir çeşmede durup serinliyorum, az biraz ileride köylü bir kız inekleri önüne katmış sürdükten sonra meralık alanın kapısını örtüyor. İşte kamp noktam, diyorum!

Bartın, Kemer Köprüsü

Sabah erkenden silah sesleriyle uyanıyorum, evet bugün bayram! Civardaki köy ahalisi art arda sıkıyor. Birşeyler atıştırıp yola koyuluyorum. 
 
Bartın'da taş taş üstüne iki gözlü Kemer Köprüdeyim, başımda ulu çınarlar, sağımda solumda kedişler bayram kahvaltısı yapıyoruz, salamları benden. 
 
Amasra'ya fazla kalmadı. Bugün son günüm olabilir. Haritaya baktığımda ya D010'dan bayram trafiğine maruz kalarak ve zayıf güvenlikli tünellerden geçmek zorunda kalacağım ya da yüksek rakımları göze alarak Kuş Kayası Yol Anıtı'nı görerek daha yeşil ve güzel bir yolda ter dökeceğim. Zor, ama güzel olanı seçiyorum.  
 

Bartının dağ köylerini, köylülerini selamlıyorum yükselen rakımlar boyunca ve karşılaştığım en güzel çeşmenin suyunu içiyorum serin serin. Üç gözlü kadim çeşmenin kitabesi Arapça, muhtemelen Osmanlıdan kalma: sanırım Hicri 1356 tarihli.
 
Amasra, Kuşkayası yol anıtı

Eski Amasra yolunda Kuşkayası yol anıtı, modern insanımızın talanına rağmen yine de ihtişamlı. Niye böyleyiz, neden bu tahripkarlık?
 
Amasra, Kuşkayası manzarası
 
Roma döneminden kalma (MS 1. yy) Anadolu'daki tek yol anıtı Kuşkayasının harikulade bir manzarası var, mızıkam eşliğinde sonsuz maviye kavuşuyorum.
 
Amasra göründü!

Ve 2. Mehmed'in "çeşm-i Cihan bu mu ola, lala?" dediği rivayet olunan Amasra. Belki de aynı noktadan bakıyoruz, kim bilir? 

Amasra

Bense aklımda, hafızamda birikmiş yığınla anı, ter ter yol olmuş emek, yaklaşık 500 km süren turuma son veriyorum. Kişisel duvarlarımda doğaya, insanlara açılabildiğim alanlar yaratabildiğim için berhudar dönüyorum başladığım noktaya. 

Amasra
Ve nihayet Amasra. Amaç varmak değil, var olmak, yolda olabilmekti km'lerin neler getireceğini bilmeksizin. 

Amasra

En hızlı, nasıl bir an önce gidebilirimin muhasebesi değildi bu yolculuk. Bilmediğim bir coğrafyayı koyları, plajları, ormanları ve insanlarıyla tanıma isteğimdi. 
 
Amasra

Hız iktidardır, bense yavaştım. Kimse ve hiç bir şey üzerinde tahakküm kurmaksızın, kuşların semada süzülüşleri, kelebeklerin çiçek çiçek kanat çırpışları gibi yol aldığımı hissettim çoğu zaman. .

Köy kahvelerinde soluklandım, yer yer hikayelerini, anılarını dinledim çayların peşi sıra. 

Amasra

Köyler, köyler... ne güzeldiler. En çok da köy çocuklarını sevdim, saf meraklarında bir hayali canlandırdım muhtemelen; bisiklet büyüdü, dünya küçüldü belki de heyecanlı gözlerinde. 
 
Amasra

Amaç varmak değildi. Ön teker hayalim, arkası azimdi sadece ve nefes aldım, verdim... Yolda var oldum, en azından denedim. 
 
Amasra

Şimdi dinlenme ve demlenme vakti yaşananlardan hikayelere, yeni karşılaşmalara doğru...