21 Ocak 2019 Pazartesi

Akıllı Telefon Fotoğrafçılığı Hafızamızı Nasıl Etkiliyor?




Fotoğraf paylaşımı, neyi, nasıl hatırladığımızı fark edilmesi kolay olmayan bir şekilde değiştirebilir.

Anılarımız zihinlerimizde kristal berraklığında var olabilse de, bunlar tanık olduğumuz olayların birer karbon kopyası değildir.

Ne zaman bir anıyı hatırlasak, bu anıyı kazara değiştirebilir ya da onun doğruluğunu azaltabiliriz. Hatta sıradan anılar kolayca bozulmaktadır. Psikolog Elizabeth Loftus bir keresinde, insanlara, arabaların “vurma” yerine “çarpışması” söylendiğinde bu insanların olduğundan daha kötü olarak bir araba kazasını hatırladıklarını saptamış.

Hepsinden daha hayal kırıklığı yaratanı ise, yaptığımızın farkında olmadan bu ayrıntıları değiştirip gerçekliği yeniden inşa etmemizdir. Değişmiş anılarımızın dikiş yerleri de sessizce kapanır. Neyi hatırlayamadığımızı sıklıkla hatırlayamayız.

Psikoloji hakkında haberler yapan bir gazeteci olarak aklın kesinliğine dair başarısızlıklar üzerine sürekli okuyorum. Okuduklarım beni endişelendiriyor.                 

İki yıl önce Büyük Kanyonun derinliklerine doğru bir yürüyüşe çıkmış, yol boyunca da 400 fotoğraf çekmiştim. Kanyon görüntülerinin -yamaçların toprak kırmızısı ve kum renginde gördüğü kuşluk vakti ışığı boyunca-  hafızamdan kayıp gitmesinden ve tahmini bir hal almasından kaygılanıyordum. Bu yüzden umudumu fotoğraf makineme bağlamıştım, onun hafızası kristal ve bozulmaz görünüyordu.

Ama bu aralar, yaşadıklarımızı kaydetmek için gittikçe daha fazla oranda akıllı telefonlara bel bağlamaya başladığımızda hafızamıza ne olduğunu merak ediyorum. Bu sıradan bir merak değil, çünkü Amerikalıların % 77’si şu an bu tip telefonlara sahip ve çoğu da hafıza desteği sağladığından bu telefonlara güveniyor. Eğer akıllı telefonlar insan hafızasının nasıl çalıştığını görünür olmayan bir şekilde değiştirirse etkileri yaygın olacaktır.

Psikolojideki çoğu konuda olduğu gibi bu konu üzerinde de cevaplardan ziyade sorular daha fazladır. Ama pek çok durumda, bilim insanları, sürekli fotoğraf çekmenin deneyimlerimizi hatırlama yeteneğimizi aslında azalttığını, dikkatimizi dağıttığını ve bizi anın dışına çıkardığını saptamışlardır. Durmaksızın fotoğraf paylaşmak kendi yaşamlarımızdaki olayları nasıl hatırladığımızı bile değiştirebilir.

Aynı zamanda, yeni bir araştırmanın öne sürdüğü üzere kameralar kimi deneyimlerimize dair anılarımızı güçlendirmek için de kullanılabilir.

Bu araştırma ilk aşamada olmasına rağmen akıllı telefonları nasıl en iyi şekilde kullanabileceğimize dair ipuçları da sağlar: hem bir deneyime dair hatıralarımızı güçlendirir hem de bu anılardan aldığımız zevki artırır.

Fotoğraf Çekmek, Hafızamızı Nasıl Karıştırabilir?
Süreğen bir hafıza oluşturmanın ilk adımı dikkat vermektir. Dikkat vermeksizin beynimiz, etrafımızdaki dünyada deneyimlediğimiz duygulanımları depolamaz.

Beyin, uzun süreli hafızayı nöronlar arasında bağlar kurarak depolar. Hafıza güçlendikçe bağlar da güçlenir. Bu nörolojik bağlar bir hafızayı şekillendiren bütün duygulanımları birbiriyle birleştirir: bir manzara neye benziyordu, ne hissettiriyordu, kokusu neye benziyordu.

Ama eğer dikkatimizi vermez ve hatta kısa süreli hafızamıza bilgi aktarmazsak beyinlerimizde uzun süreli hiçbir şey kaydedilmez.

Stanford Memorial Kilisesi dikkat isteyen bir yapıdır. Girişin üzerinde yer alan devasa, pastel renkli Hz. İsa resmi değerli ruhları cennete davet eder. Cennetin bu betimlenişinde palmiye ağaçları vardır. Kilise; melek ve aziz resimleri, vitray ve mozaik içerir. Burası harikuladedir. Ne var ki, Journal of Experimental Social Psychology yayınında çıkmış önde gelen bir çalışmaya göre unutmak, yanınızda taşıdığınız kameralı bir telefonla daha da kolaylaşmaktadır.    

Bir dizi deneyde, kilise boyunca yapılan kendinden rehberli bir turda birkaç yüz katılımcı yer alır. Turdaki katılımcılardan “kiliselerin istavroz şekilleri” gibi ayrıntılara dair notlar almaları ve bronz meleklerin “muazzam giriş kapısından sizi selamladıklarını” kontrol ettiklerinden emin olmaları beklenir.

Bu katılımcılardan bazılarında kameralı iPod vardır ve fotoğraf çekmeleri telkininde bulunulur (ya sonradan baskısı alınmak üzere ya da Facebook sitesine yüklemek için). Diğer katılımcılar ise bu tura elleri boş bir halde katılır.

Turdan bir hafta sonra da katılımcılara, turda öğrenmiş olmaları gereken ayrıntılara dair soruların yer aldığı sürpriz bir test yapılır. Bu çalışmanın bir kolunda, kamerasız fotoğrafçılar 10 sorudan yaklaşık 7’sine doğru cevap verirken kameralı katılımcılar ise 6’ya yakın bilmişlerdir.  Bu, C’den D’ye düşmek gibi küçük ama önemli bir farklılıktır.

Bu çalışmanın eş yazarlarından, Dortmounth psikoloji araştırmacısı Emma Templeton’a göre “genelde sadece fotoğraf çekmek, bir hafıza testinden düşük puan almaya yeterlidir.”   

Neden? Buna verilebilecek basit bir cevap, kameranın dikkat dağıtıcı olduğudur. Templeton’a göre, “bunun nedeni basitçe şu olabilir: bizi deneyimden saptıracak aletler kullanıyoruz ve bu sapma yüzünden dikkat etmemiz gereken şeyi hatırlamıyoruz.”

Akıllı telefonların her yerde kullanılabilmesinden dolayı da “günlük hayatlarımıza devasa bir potansiyel saptırıcı kaynağını yerleştirivermiş olduk.”

Templeton ve meslektaşları, saptırma kaynağının sadece kamera olmasından şüphe duyarlar. Bir olay esnasında herhangi bir iletişim aracını kullanmak -mesaj atmak, tweet göndermek vesaire- hafızada kaymalara neden olabilir. Başında olduğu araştırma takımının yürüttüğü ve kilise araştırmasına göre daha sıkı denetimlere izin veren çevrim içi eş zamanlı bir araştırmada 380 katılımcıya bir TED konuşması izlemeleri istenmiştir. Genelde, katılımcıların ekran üzerine not almaları şeklinde yönlendirildikleri her koşulda TED konuşmasına dair hafızaları düşüş göstermiştir.

Hepsi göz önüne alındığında, Templeton, psikologların akıllı telefonların bilişsel yeteneklerimizi nasıl etkilediği sorusuna henüz yeni cevaplamaya başladıklarını vurgular. Ona göre, “bir süredir [dijital] medyaya ve kameralara sahibiz, gelgelelim normalde üzerinde çalıştığımız işlerin bağlamında bunlar gerçekten oldukça yenidir ve medyanın kullanımı çok hızlı evrilmektedir.”

Diğer bir ifadeyle söylersek, akıllı telefonların bilişsel yeteneklerimiz üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi, bu araçları kullanım şeklimizin sürekli değişmesinden dolayı daha da zorlaşmaktadır.

Hayatımın ne kadarını sadece beynimle hatırlamak isterim?
Fotoğraf çekmenin hafızamızda eksilmelere sebebiyet vermesinin bir diğer nedeni de bilişsel boşalım olarak isimlendirilen bir düşüncedir.  

Bu basitçe, bizim zihinsel yetilerimizi bilgisayarlara devretme düşüncesidir. 2011 yılında Science dergisinde yayınlanan ünlü bir çalışmaya göre bilgisayarın bir bilgiyi kaydedeceği insanlara söylendiğinde bu insanların bu bilgiyi kendileri için daha az oranda hatırladıkları tespit edilmiş. Sadece 60 katılımcının yer aldığı bu deney üniversite öğrencilerinden oluşan bir örneklem üzerinde yürütülmüş, dolayısıyla deneyin sonuçları sınırlı değere sahip olabilir. Gelgelelim bilişsel devretmeye apaçık örnekleri hiç de öyle uzaklarda aramaya gerek yok. Kaç kişinin telefon numarasını ezbere biliyorsunuz?

Son zamanlarda bu düşünceye daha fazla sayıda kanıt eklenmektedir. 2015 yılında Waterloo Üniversitesinde psikoloji araştırmacıları “The Brain in Your Pocket” isimli bir araştırma yayınladılar. Araştırmacılar, zor ve analitik düşünme tarzlarından kaçınan insanların bilgiye ulaşmak için akıllı telefonlarına güvenmelerinin daha yüksek ihtimal olduğunu saptamışlar. Araştırmanın sonuçlarına göre, bilgisayarların bilişsel bir koltuk değneği olarak kullanılması yaygın bir taktiktir.

Şu an Sheridan Üniversitesinde psikoloji profesörü görevinde bulunan ve bu araştırmanın da öncü yazarı olan Nathaniel Barr’a göre “pek çok insan, araştırmamızı gördüklerinde, argümanımızın akıllı telefonların insanları aptallaştırdığı olduğunu sandı. Bizim beğendiğimiz yorum ise akıllı telefonların bilişsel yetisi daha düşük olan kişilerin beyin becerilerini güçlendirmede gerçekten harika bir yol olduğu şeklindedir.” Eğer yönleri hatırlamakta kötü biriyseniz yine de dünyada sorunsuz bir şekilde yol alabilirsiniz. Bu açıdan bakıldığında akıllı telefonlar yeni bir bilişsel kısa yola benzer türdendir.

Ayrıca, bilişsel boşalım kötü bir şey de olmayabilir, eğer aklımızdan çıkarıp attığımız şey sıradansa. Eğer apandisit operasyonun ortasında doktorunuz bir sonraki işleme Google’dan bakıyorsa bu bir problem olabilir - gelgelelim “insanlar hatırlamak zorunda olmadıkları telefon numaralarına ilgi gösterir mi?” diye ekler Barr.

Konu fotoğraf çekmeye geldiğinde akıldan çıkarıp atma sorusu daha karmaşıklaşır: Hayatımın ne kadarını sadece aklımla hatırlamak isterim?

“Her şey bir dengedir” der Barr. “Şipşak bir fotoğraf çekip başkalarıyla paylaştığınızda bu deneyimi başkalarıyla yeniden yaşamış oluyorsunuz. Eğer paylaşmazsanız kendinize saklamış olursunuz. Bunun hem iyi hem de kötü bir yanı vardır. … Böylesi teknolojiler hayatımıza daha çok dahil oldukça dengeler konusunda bize daha fazla iş düştüğü kanısındayım.”

İşte tam da burada kameralara ve hafızaya dair en ilginç araştırmalardan bazıları yer alır: durmaksızın fotoğraf çektiğimizde ne kazanır ve ne kaybederiz.

En Büyük Denge Bozumu: Kameralar Dikkatimizi Sığlaştırıyor
İnce fark şurada yer alır: Akıllı telefon fotoğrafçılığı bizi aptallaştırmaz, dikkatimizi yeniden odaklayarak aklımızın çalışma şeklini değiştirir.    

New York Üniversitesinde bilişsel bir bilim insanı olarak çalışan Alixandra Barasch’ın yaptığı araştırmalarda evet, aralıksız kamera kullanımı hafızada kayıplara neden olabilmektedir. Ama, diğer yandan bulduğu şey yüzünü buruşturacak ölçüde daha önemliydi: Kameralar, hafızamızı güçlendirmek için dikkatimize odaklanabiliyordu da.

Katılımcıların bir müze turundayken ya fotoğraf çektikleri ya da çekmedikleri Stanford’daki deneye benzer çalışmalar yürütmüştür. Katılımcılardan bir serginin fotoğraflarını çekme görevlendirmesinde bulunduğunda bu katılımcılar, fotoğraf çekmeyenlere göre deneyimin görsel yanlarını (gördükleri sanat eserlerini) daha fazla hatırlamışlar. Ama işte burada bir denge bozuluyor: Şipşak fotoğraf çekenler duydukları bilgileri daha az oranda hatırlamışlardır.     

Barasch’a göre “Fotoğraflar görsel hafızamızı artırıyor, ne var ki bunun da bir bedeli var.” Bu bedel de dikkatimiz. Eğer fotoğraf ve görsellere bu kadar yoğun odaklanırsak etrafımızdaki diğer uyaranları görmezden gelme ihtimalimiz daha da artar. Ve göz ardı edilen şey de hatırlanmaz.  

Barasch’ın araştırma bulgularına göre akıllı telefonlar dikkatimizin yönünü değiştiriyorlar - odaklanmamızı ve dikkatimizi yeniden yönlendiriyorlar. Barasch ve meslektaşlarının kurguladığı küçük bir araştırmada katılımcılara bir müzedeki sergi turuna başladıklarında onların göz hareket izlerini kaydeden araçlar yerleştirilir. Fotoğraf çekmekle görevlendirilen katılımcıların daha fazla sanat yapıtına daha uzun süre baktıkları çözümlemesine ulaşılmıştır. Taban ve tavana ise bu kadar süre bakmamışlardır.

Mükemmel bir instagram çekimi için göz gezdirirken etrafımızı ne dinleriz, ne koklarız ne de o anı oluşturan karmaşık, güzel ayrıntılara her zaman dikkatimizi veririz.

Diğer araştırmacılar da benzer bir dikkat çekici etki bulmuşlardı. Fairfield Üniversitesinden psikolog Linda Henkel’in 2011 yılında gerçekleştirdiği bir deneyde, katılımcılardan müze sergisinde sadece fotoğraf çekmeleri istenmiş, deney sonucunda ise nesnelere dair hatırladıkları ile ayrıntılarda düşüş saptanmıştır. Diğer yandan, katılımcılardan kameralarının zoom özelliğini kullanmaları özellikle istendiğinde sergideki nesnelere dair hatırladıkları gelişmiştir.

Buradan çıkarılacak ders, kameralarımıza kendimizi bu kadar çok kaptırdığımızda deneyimlerimizi muhtemelen sınırlandırıyor olduğumuzdur.   

Gerçek hayattaki güçlü deneyimler kapsayıcıdır ve sık sık bütün duyularımızı işin içine katar. Peki son tatilinizde, rüzgarın sırtınızda bıraktığı hissin neye benzediğini hatırlayabiliyor musunuz? Peki ya içinizde olup bitenleri? Çok mu zevk almıştınız, yoksa heyecanlanıp korkmuş muydunuz? Instagramdaki yolculuk fotoğraflarınıza geri dönüp yeniden baktığınızda yediğiniz akşam yemeğinin tadının neye benzediğini ya da sadece hoş olup olmadığını hatırlayacak mısınız?

Fotoğraflar ve video kayıtlar, deneyimlerinizin her zaman ince bir dilimi olacaktır. Henkel’a göre, “bunlar yaşananların tam bir biçimi, hatta gerçek bile olmak zorunda değildir.” Bu fotoğraflara gerisin geri yeniden baktığımızda bunlar hafıza izleri olarak iş görürler, ama bütün hikayeyi bize kesin bir şekilde hatırlatmazlar.

Bu kadar çok fotoğraf paylaşmak hafızamızı nasıl etkiler?
Son birkaç yıldır dijital kameralarımızla gittikçe daha fazla fotoğraf çekmeye başlamakla kalmadık, ayrıca bunları, neredeyse anında, sosyal medyada paylaştık. Bu durum, bizim hafızamızın hemen göze çarpmayan ama geniş bir şekilde değişmesine de neden olabilmekte.

Barasch ve meslektaşlarının bulduğu kanıta göre sosyal medyada paylaşmak üzere çekilen fotoğraflar hafızamız dahilindeki perspektifimizi değiştirmektedir. Yani, sosyal medyada paylaşmak için fotoğraf çektiğimizde çekilen anı üçüncü bir kişinin bakış açısından hatırlamaya daha çok eğilimliyiz.   

Sosyal medya üzerinde paylaştığın bir fotoğrafı “Noel gecesi deneyimini zihninden bir fotoğrafla oluşturmanı istesem” diye açıklayarak “o zaman Noel gecesi deneyimini aslında daha çok bir yabancının gözünden görselleştirmeye başlarsın.” (Barasch ve meslektaşları bu deneyi bir Noel tatilinde 332 öğrenci üzerinde yapmışlardır.) Kendi arşivimiz için basitçe çektiğimiz bu fotoğraflarda bu etki sıklıkla kendini göstermez.

Bu etkinin sonuçları kolay fark edilmez. Barasch’a göre, kişinin, fotoğrafları paylaşmak amacıyla odaklanması fotoğraf çekme sürecini daha az keyif verici bir hale getirir. Bu da muhtemelen paylaşmanın kendi farkındalığımızı daha fazla artırmasındandır. (Dolayısıyla, Barasch, bir fotoğrafı çektikten sonra onu paylaşmadan önce bir süre durulmasını önerir.) Belirgin olmayan nokta ise bu perspektif değişiminin gelecekteki hayatımıza dair düşünce şeklimizi nasıl değiştireceğidir.        

Barasch, “şu an bakmakta olduğumuz şey duyguların daha fazla yoğunlaşmasıdır” demektedir. “İnsanlar daha çok üçüncü bir insanın perspektifinde deneyim yaşarken daha az yoğun duygulara sahip olacaklar. Buna karşın, eğer ben birinci tekil şahıs perspektifinde kalırsam karşılıklı değişim (exchange) esnasında hissetmiş olduğum özgün duyguları hissederim.  
 
Daha iyi nasıl hatırlanır?
Nihayetinde, dahili hafızada en iyi dengenin ne olduğunu ve teknoloji destekli hafızanın ne olması gerektiğini bilmek sadece zordur.   

Ne var ki kimi anıları kaybetmemek istiyorsak bunun için biraz zihinsel çaba sergilenmeli.

Bu da etrafımıza daha yakın ilgi göstermek anlamına gelir. Bu da gerçekten hatırlamak istediğimiz ayrıntılara düşünceli bir şekilde kameramızı odaklayarak kullanmamız demektir. Bu da kameramızı bir süreliğine bırakıp havanın neye benzediğine, sokakların nasıl koktuğuna dikkatimizi verip orada olmaya dair duygularımızı kaleme almaktır.

Akıllı telefonlar şu işlemle yardımcı olabilir: Bilgi depolayıp daha sonradan onlara yeniden ulaşmamıza yardımcı olmak için hafıza izleri olarak hizmet ederler. Ancak her şeyi de bu cihazlara yıkamayız.

Öğrenmeye dair yapılan araştırmalardan elde edilen tutarlı bir bulguya göre maksatlı hafıza yaratımı biraz çaba gerektirir. Materyalleri yeniden okumak bir öğrencinin sınav cevaplarını ezberlemesine yardımcı olmaz. Hayır, bu zor iş, hafızalarımıza doğru yapılan zorlu bir kazı işlemi ve de sonradan daha kolay hatırlamak için bilgi parçacıklarını en başından itibaren yeniden inşa etmektir.

Aynı şey deneyimle meydana gelebilir. Henkel’e göre, “eğer stratejik ve çaba gerektiren anımsama pratiğinde bulunmazsak gerçekten kendi hafızamıza güvenmemiz gerektiğinde bu durum daha zorlayıcı olabilir.”  

Yakın zamanda Büyük Kanyona ikinci kez gittim. Bu beklenmedik bir yolculuktu. Ne fotoğraf makinemi ne de pek çok fotoğraf çekeceğim iPhone telefonumu götürmüştüm. Fotoğrafları önceden çekmiştim. Ve bu beni özgürleştirdi. Bugün kanyon sincaplarının öğle yemeğimizi araklamayı umarak nasıl da etrafımızda telaşla koşuşturduklarını hatırlıyorum. Ilıman bir Şubat melteminin 11 kilometrelik zorlu bir yürüyüşte bize nasıl da cesaret verdiğini hatırlıyorum. Arkadaşımın eşek dışkılarını “patika elmaları” olarak (oldukça yuvarlaklardı) isimlendirme tavsiyesi gibi yaptığı ahmak şakaları hatırlıyorum. Bunlar fotoğraf değiller, bunlar aklımdakiler. Ve bunların gerçekliklerinden adım gibi eminim.        

Çeviri: Engin Noyan


 

 

           
         

  

15 Ocak 2019 Salı

Aşkın Sınırları Yoktur


 

1957 Polonya doğumlu, edebiyat ve felsefe öğrenimli Pawel Pawlikowski’nin anne ve babasının hayat hikayesinden etkilenip onların hatırasına adayarak yazıp yönettiği, 18 dakika ayakta alkışlandığı 2018 Cannes Film Festivalinde En İyi Yönetmen Ödülü kazanan, 1 saat 28 dakika süreli siyah-beyaz bir film Soğuk Savaş, lehçe asıl ismiyle Zimna Wojna.

II. Dünya Savaşı sonrası (1949-1964) Avrupa'nın sosyalist ve liberal coğrafyalarında geçmesiyle tarihsel; müziğin, statükocu ama kadere meydan okuyan görünümleriyle varoluşsal, Leh pianist Wiktor ile köylü kızı solist Zula’nın ilişkisinin zamanla farklı kaderlere savrulmasıyla kederli bir aşk filmi.


Her bir sahne şairane bir kadrajla akıyor filmde. Filmdeki renk tercihi, döneme ve hikayeye dahil olmayı zorlaştırmaktan ziyade o zamanların kutuplaşmış atmosferini daha derinden solutuyor. 

Aslolan renkler değil, ışık!


Işık nerede? Stalinci tek partinin propaganda aracına dönerek Berlin, Varşova, Budapeşte, Moskova gibi Sosyalist blok başkentlerinde sahnelen geleneksel müzikal dans gösterilerinde mi, yoksa Zula’nın Lehçe folklorik şarkıların Fransızcaya dönüştüğünde lirizmini kaybettiği hissine kapıldığı ışıltılı, özgür 1950’lerin Paris jazz sahnelerinde mi?


Işık, kendini gerçekleştirebilmekte. Wiktor ve Zula, farklı mekan ve hikayelerde var olabilseler de ne statükocu karanlıkta ne de ışıltılı kaosta aşklarını bir arada kolayca yaşayabilecekleri bir dünya bulabilir. Her iki dünyada da aşklarını var etmeye çalışan müzisyenlerdir onlar.


Yıkık bir kilisenin huzurunda yan yana dizili hapları yuttukları an dahi bir arada olmayı arzulayan soğuk savaşın kaybedenleridir.