21 Mart 2019 Perşembe

Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 2. Bölüm (Eşek Adası - Kilimli)



Gece boyunca dalgaların, hafiften rüzgarın, çalılarda ötüşen böceklerin eşliğinde sırtım kumlara gömülü, gözlerim yıldızların sonsuzluğunda uyuyakalıyorum.

Çadırsız kampımın ilk gecesinde dalgaların bitmeyen şarkılarıyla dinlenmiş bedenimi yeni günde sakin olacağını hayal ettiğim denize bırakmak, suya ait olmak istiyorum, ne var ki bakakalıyorum sadece. Deniz güçlü dalgalarıyla bir kara canlısı olduğumuzu hissettiriyor adeta.

Beni buraya çeken hissiyat, denizde yan yana duran iki kayalığın su altında oluşturdukları koridorda balıklarla yüzmek istememdi. Yapmazsam buradan eksik ayrılacaktım.

Kahvaltımın ardından bırakıyorum kendimi serin Karadenize. Biraz yüzüyor, daha çok mücadele ediyor, kayalıkların etrafında su biraz bulanık da olsa balıkların peşi sıra gidiyorum. Güneşin suya bıraktığı hüzmeler nasıl da büyüleyici. Su altı başka bir dünya.

Plaj hareketlenmeye başlıyor, sahil can kurtaran ekibi sarı kırmızı üniformaları, arazi araçlarıyla birkaç devriye atıp yanından ayrıldığım kuleye konuşlanıyor.

Şile, Eşek Adası Plajı

Plaja sürdükleri jeepli gençler dünden beri hala burdalar. Ben yıldızlara bakıp dalarken onlar gece boyunca ateş yakıp demlenmişler, ara ara heyecanla birbirlerine bir şeyler anlatıp kahkahaları basmışlardı.

Uzun bir plaj Eşek adası plajı. Uzun ve geniş. Ayakları dalgaların ardı sıra suya bata çıka yürüyen tatilciler, ellerinde rengarenk şemsiye, plaj çantaları ailecek uygun bir yer arayan günübirlikçiler, ekmek parası peşinde sıcağın alnında dalgalara paralel adımlayan simit ve soğuk su satan çocuklar...

Şile, Eşek Adası Plajı
Son kahvemi de pişirip, kelimelere bırakıyorum zamanı. Birkaç dize günle buluşmaya başlıyor, dalgaları biraz daha yakınımda hissetmeye başlarken çıkageliyor cankurtaranlardan biri. Buralı olanı. Yolları, plajları bileni. Yola, kendimize, Karadenize, bisiklete ve hayallere dair konuşuyor, adlarımızı öğreniyoruz. Suyunu paylaşıyor benle. Ben de kule dibinde, kumda bulduğum metal yüzüğü kulede astığım yerden alıp ona veriyorum.

Vedalaşıyoruz; onlar denize, bense yoluma bakıyorum.

Hava cehennem ama güzel bir enerjiyle sürüklüyorum bisikletimi kumsal boyunca ormana doğru. Toz toprak içerisinde bu rampa yolu pedallayarak, yanımdan beni gördükleri halde yavaşlamayan duyarsız sürücülere veryansın ederek varıyorum asfalta. Elbette eğilip öpmüyorum gri şeyi! Asfalt, hız ve konfora yataklık eder sadece, çevreye yabancıdır, onun dışındadır ve doğanın yüzüne atılmış bir çiziktir.

Kabakoz yolunda ilerliyorum. Geleneksel evlerin azınlıkta kaldığı bir yapılaşmaya maruz kalsa da köyler hala güzel ve yeşil.

Kabakoz, Geleneksel Karadeniz Evi
Denizin mavisinden ağaçların yeşiline yol alıyorum, Kabakoz'dayım. Yavaşça ve dikkatle pedallıyorum. Güzel bir köy burası. Köy meydanındaki devasa çınar ağacı ve ağacın altına yalnız başına oturmuş bir dede gözüme ilişiveriyor, tanışma vakti.

Kabakoz, Anıt Ağacı 

Ulu çınarın altına, dedenin yanı başına oturuyorum, köyü ve hikayesini dinleme arzusuyla. 85 yılını bu köyde geçirmiş, bir tek askerlik zamanı mecburen ayrılmış, Menderes'in koruması olmuş. O yaptı buranın yollarını, diyor yaşlanmış sesine renk veren övgüyle.

Derken köyün köpeği çıkıp geliyor yanımıza, ulu çınarın gölgesi boyunca oturuyor, uzanıyor, bir ara da dedenin bu küçükken topla oynardı dediğini duymuş olacak bir top getirip oynayarak eşlik ediyor bize. Ve sonra da bisikletli bir çocuk yanaşıyor yanımıza. Beni görmüş olacak ki birkaç kez çınarın etrafını dönüp durdu. Seslendim, durdu, yaklaştı, bisiklet sohbetine koyulduk. Sorular, sorular...

Bisikletli birini görünce onlarla konuşmak, bisiklete, yol alıp uzaklara gidebilmek üzerine konuşmayı seviyorum. Biliyorum ki her çocuğun hayalinde uzaklara gitme özlemi var. Uzak aslında ailenin koyduğu sınırların ötesi. Bu sınırı düşünmesine vesile olmayı istiyorum. Köyden ayrılırken muhtemelen köyün sınırına olan köprüye kadar bana eşlik ediyor, sınırda geri dönmek zorunda kalıyor. O sınırlarında kalıyor, bense kendi rotamı çizmeye devam ediyorum.

 Kabakoz sonrası sırasıyla Akçakese, İmrenli ve Karacaköy'ü geçiyorum.

Bir Çobanla ve Sürüsüyle Karşılaşıyorum
Doğanın yüzeyine arabalar için dökülmüş yoldan geçen keçi sürüsünü keyifle izliyorum, kimi aceleci ve doğal anı hissedemeyen araç sahipleri ise bu sıradışı anı kornalarıyla protesto ediyor sadece. Çobanla laflıyoruz biraz...

Bozgoca Mezarlığı Kör Nokta Aynası
Sürülerin çınlamasını, kokusunu arkamda bırakıp tırmanıyorum. Nerede, ne zaman bir kör nokta ayna görsem o halimi, o anda sabitlemek isteği duyarım. Bozgoca mezarlığına yerleştirilmiş ayna önünde birazdan tırmanacağım sert yokuş öncesi biraz soluklanmış oluyorum fotoğraf ve su molasıyla.

Tobias
Mezarlık sonrası sert tırmanış baya bir zorluyor beni, ama ödüllendirircesine yol üzerinde organik bal, sebze vs satan bir köylünün çardağıyla karşılaşıyorum. Nefes alıp dinlenmek bahanesiyle çayın var mı diyorum, var var deyip buyur ediyor. Közde demlenmiş çayımı yudumlarken, nerden gelip nereye gittiğimi beni merakla süzen mekancıya anlatırken kan ter içinde biraz önce benim tırmandığım yokuşu alt etmeye çalışan hayli yüklü bir bisikletli görüyorum! Heyecanla kalkıyorum tabureden, yanına yaklaşıp beden hareketlerimle çaya davet ediyorum. Soluk soluğa bisikletini bir yana park ediyor. Kendimi tanıtıyorum hemen, nerden geldiğimi, kaç gündür yolda olduğumu ve merakla soruyorum hikayesini. Almanya'dan iki ay önce çıkıp Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye giriş yapmış ve İran'a gidiyor.

Çay söylüyorum, heyecanla birbirimizi tanırken siyah bir araba duruyor, içinden genç bir adam, kapalı eşi ve on yaşlarında bir erkek çocuk çıkıyor. Kendimi tercümanlık yaparken buluyorum bir anda mekancıyla Katarlı arasında. Katarlı Türkiye'de İngilizce bilinmeyişinden dert yanıyor, Tobias'ın bisikletiyle Almanya'dan İran'a gittiğini öğrendiğinde hayret ediyor. Derdi ucuza bal almak, mekancı da elinin kırık olduğunu, çocuğunu okula göndermesi gerektiğini indirimli satamayacağını anlatmamı istiyor. Mekancıya göre ucuza gidiyor ballar. Katarlının eşi bağnaz değil, konuşuyor bizimle. İçten bir maşallah diyor. Kiralık arabalarına binip uzaklaşıyorlar. Biz de kalkıyoruz akabinde.

Hedefim Kilimli koyu, artık yalnız değilim, yol arkadaşım var. Gün de bitmek üzere, güneş ısısını ve ışığını kaybetmeye başladı bile. Kamp vakti.

Bu gece beraber kamp yapmaya karar veriyoruz, çok önceden işaretlediği kamp noktasına doğru asfalt yoldan ayrılıp patika boyunca denize doğru sürüyoruz. Patikanın bittiği yer sonsuz deniz.

Bir yandan akşam yemeğimiz için kamp ocağında makarna yaparken alelacele çadırlarımızı da kuruyoruz güneş batmadan. Akşam sessiz ve sonsuz. Dünyayı TV'den değil, kendi deneyimleriyle tanımak için Almanya'dan yola çıkan Tobi 50 gündür yolda.

Birazdan akşamın sessizliğine karışacak dünyalarımız. Bir yabancıya kendini anlatmak gibi görünse de diyaloglarımız, uygarlığın ve kapitalizmin dışına çıkıp yerelde ve bireyde kültürleri tanıma ve doğayı yaşama arzusuyla bizi yıldızların şahitliğinde kardeş kılıyor.

Tobi'yle İlk Kamp Noktamız


Sabah uyandığımızda sanki epeydir beraber yol alıyoruz hissiyle kahvaltımızı yapıyor, Türk kahvesi eşliğinde günü planlıyoruz. Rotamız Kilimli Koy...

Kilimli öncesi Ağva'da bir şeyler alıp öğle molası veriyoruz. Plajı Koca Dere'den ayıran deniz fenerinin gölgesine oturuyoruz. Manzaramız ve arkadaşlığımız sonsuz mavi... Ağva'da 2018 yılının ilk 1000 km'sini deviriyorum. Bin km'yi birer birayla kutluyoruz.

Yol emek, yol karşılaşma demek
Biz yola güvenip, anılarımızı ve yol aldıkça bizi var eden kelimeleri gökyüzü ve denizin maviliğinde paylaşıp, keyif ve merakla deniz fenerinin gölgesinde demlenip dinlenirken mavi gömlekli bir zabıta mavinin nasıl da resmi bir renk olabileceğini hayallerimizin anlık sonsuzluğunda gösteriveriyor bize.

- Turist misiniz?
- Arkadaş Alman, bisikletiyle turda, yolda karşılaştık, diyorum.

Tobi'ye bakarak,
- Where are you from?

- Alman... ben Alman, diyor, demeye çalışıyor Tobi parmağıyla kendini gösterip adını söylerken: Ben Tobi.


Mavi gömleğin enternasyonel rengi griye çalmaya başlıyor burada alkol almak ve durmak yasak kelimelerini Türkçeye çevirmek zorunda kalırken.

Yolumuza, yeni renklere geri dönüyoruz.


Kilimli Koyu

Tur rotası üzerinde haritaya iştahla bakarken Kilimli Koyunu bir gece kamp yapılabilecek bir nokta olarak işaretlemiştim önceden. Burası, Tobi'yle denize girip turun tadını çıkarabileceğimiz güzel bir nokta diye düşünüp OK alıyorum.

Asfalt yoldan toprak yola bağlandığımızda koy yukardan rüzgar havası, dalgalı denizi, bakir doğası beni doğal bir heyecana sürüklemişti bile.

Denize ulaştığımızda günübirlikçilerin, tatilcilerin arasından, çakıl taşlı sahil boyunca koyun en kuytu köşesine çekiliyoruz.

Kilimki Koyu

Dalgalar, dalgalar... Tobinin günler süren gizli yorgunluğu, benimse meditatif an arayışım bizi pek de beraber yol almamışken burada kamp yaptırıyor.

Yaktığımız akşam ateşinde yıldızlar parıldarken dalgalar sürekli yenileniyor.

Koyun sona erdiği yamaçta kampçıların yaktığı ateşlerle sohbetler, hayallere ve karanlık deryaya karışıyor, büyüleyici bir gece yol hafızamıza şimdiden iz bırakmakta...




Nefes Al Nefes Ver... 500 km'de Amasra 3. Bölüm (Kilimli - Sakarya Nehri) okumak için tıklayınız.



15 Mart 2019 Cuma

Oto-Yıkım



Arabalar bizi öldürüyor. 10 yıl içerisinde onları kullanmayı aşamalı bir şekilde bırakmalıyız.

Araba kullanımı hayatlarımızı alt üst etmesinin yanı sıra çevresel felaketleri de tetikliyor. Sadece ani ve sert bir eylem bizi bağımlılıktan kurtarabilir.

Benim için bardağı taşıran son damla, hastane kapısının dışında motoru çalışır halde bekleyen bir minibüs oldu. Şoför akıllı telefonuyla oynuyor, egzoz gazları da avluya doluşuyordu. Cama yaklaşıp aracı durdurmasını istediğimde somurtkan bir yüzle kontağı kapattı. Sonradan fark ettim ki adam sağlık görevlisi üniforması giyiyordu. Avlu boyunca yürüyerek bir koridordan kanser bölümüne vardım (bu sefer kanser için değil de estetik ameliyat hakkında konuşmak üzere). Devasa bekleme odasında etrafa bakınırken acaba kaç kişinin hava kirliliği yüzünden burada hasta olarak bulunduğunu merak etmeye başladım. Diğer bölümlerdeki insanları düşünmeye başladım: astım atakları geçiren çocuklar, trafik kazalarından ötürü tedavi gören hastalar, hareketsiz bir ömürden muzdarip olanlar... bunların ayakları yerine tekerlekler hareket ediyordu artık. Öyle ki, arabaların hayatlarımızı nasıl da şaşırtıcı şekillerde alt üst ettiğini görünce çarpılıp kaldım.

Bu 19. yüzyıl teknolojisinin iyilikten ziyade bize daha fazla zarar verdiğini fark ederek bu tahripkar deneyimi bir kenara bırakıp kendi yolumuzu çizelim. Bir sonraki on yıl boyunca araba kullanımını yüzde 90 oranında azaltacak bir hedef belirleyelim.

Evet, arabalar hala işe yarıyor - birtakım insan için gerekli. İyi de hizmet görmüştür. Gelgelelim bizim efendimiz olagelmiş ve dokunduğu her şeye zarar vermektedir artık. Şimdi de bize acil cevap isteyen bir dizi aciliyetler sunuyor.

Acil durumlardan biri de her hastanede görülebilir. Kirlilik şu an dünya çapında, Aids, tüberküloz ve sıtmanın toplamda üç katı kadar çok insanı öldürmektedir. Bu yüzyılın başındaki iddiaları hatırlayın, bunlar milyar bütçeli basın tarafından nasıl da gürültülü bir şekilde öne sürülmüştü. Bu projelere göre, kamusal harcamalar iklim bozulmasını engellemektense bulaşıcı hastalıkları önlemek için harcanırsa daha iyi olacaktır. Fosil yakıtların aşamalı bir şekilde durdurulmasıyla alakalı sağlık hissesinin muhtemelen çok daha büyük olduğu görülür. (Elbette, her ikisi için de para harcamaktan bizi alıkoyan hiç bir şey yok, bu aslında yanlış bir ikilemdir.) Yakın zamanlardaki bir araştırmaya göre, fosil yakıt tüketimi günümüzde "çocuk sağlığına zarar veren dünyanın en önemli tehdididir."

Diğer sektörlerde sera gazı salınımı keskin bir şekilde düşmüştür. Ne var ki 1990'dan itibaren Birleşik Krallık'ta ulaşım salınımı sadece %2 oranında azalmıştır. Hükümeti yasal olarak bağlayan hedef ise 2050 yılına kadar %80 oranında bir azalmadır, gerçi bu bile bilim insanlarına göre ne yazık ki yetersizdir. Ulaşım, bu ülkede ve diğer pek çok ülkede, çoğunlukla da arabalara olan takıntımız yüzünden, bizi iklim bozulmasına doğru sürükleyen en büyük etkendir.

2010 yılına kadar Birleşik Krallık yollarında ölen insan sayısı sürekli düşmüş, ama bu noktadaki düşüş aniden sonra ermiştir. Acaba neden? Çünkü, daha az araç kullanıcısı ve yolcu ölürken ölen yayaların sayısı %11 oranında artmıştır. Amerika Birleşik Devletlerinde ise durum daha da kötüdür: 2009 yılından itibaren yayaların yıllık ölüm oranı %51 artmıştır. Bunun iki nedeni var görünüyor: araba kullanırken telefon kullanılması ve sıradan arabalardan spor işlevli araçlara geçiş. Dörtçekerli araçlar daha da büyüyüp ağırlaştıkça, çarptıkları insanları öldürmeleri daha da muhtemeldir. Böylesi bir aracı kentsel alanda sürmek asosyal bir davranıştır.

Ayrıca daha da belirsiz ve yaygın etkiler de mevcut. Trafik toplumun sesini kısmaktadır, çünkü gürültü, tehlike ve kirlilik yüzünden işlek sokaklardaki insanlar kapalı alanlara girmektedir. Çocukların oynarken yetişkinlerin oturup sohbet edebilecekleri yerler araç parkına ayrılmış durumda. Motor gürültüsü, strese ve hastalığa büyük ölçüde neden olsa da kısmi ölçüde kabul görerek hayatlarımızı işgal ediyor. Yol sahamızı güvence altına almak için ite kaka ilerlerken, diğer sürücülere, yayalara ve bisikletlilere küfürler savurup yumruklarımızı gösterirken rekabet ve tehdit anlayışımızı kuvvetlendiren arabalar bizi birbirimizden yalıtarak bizleri dönüştürmektedir.

Kırsal alanları küçük parçalara bölen yeni yollar huzuru ortadan kaldırarak ses, gürültü ve çirkinlikten mürekkep bir yarı karanlık alan oluşturuyor. Bunun etkileri km'lerce yayılmaktadır. Araba egzozundan çıkan tepkimeli hidrojenin katı hale geçmesi (diğer faktörlerin arasında) uzaktaki güvenli sahaların bile canlılık sistemini değiştirmektedir. Snowdonia'da, yıllık hektar başına düşen 24kg'lık oran bitki toplulukların karakterini radikal bir şekilde değiştirmektedir. Araba kullanmanın maliyetini düşürmek için savaşlar verilmektedir, Irak'ta yüzbinlerce insan kısmen bu amaç için öldü.  Dünyamız araba üretimi için gereken madenlerle ve yakıt sağlayacak petrol kuyularıyla delinmekte, sızıntı ve posayla zehirlenmektedir.

Elektrikli arabalara geçmek bu sorunların sadece bir kısmıyla ilgilidir. Elektrikli araçlara kaynak bulma telaşıyla güzelim yerler mahvedilmeye çoktan başlandı. Örneğin, lityum madenciliği şu an ırmakları zehirliyor, Tibet'ten Bolivya'ya yeraltı sularını tüketiyor. Bu elektrikli araçlar enerji ve uzam açısından geniş bir harcamayı gerektirmekteler, ayrıca bu araçlar hala lastiklere muhtaç, öyle ki bu lastiklerin üretimi ve yok edilmesi (lastiklerin geridönüşümü aşırı karmaşıktır) çevresel ölçekte kitlesel bir felakettir.

Bize, araba kullanmanın bir tercih etme özgürlüğü olduğu söylenir. Ama hayatlarımıza yönelik bu saldırı her açıdan devlet planlamasıyla ve sübvansiyonuyla desteklenmektedir. Yollar, tasarlanan trafiği konumlandırmak için inşa edilir, sonrasında da bu trafik yeni bir kapasiyeti doldurmak için gelişir. Caddeler arabaların akışını en üst seviyeye çıkarmak için modellenir. Yayalar ve bisikletliler, tasarımcılar tarafından dar ve sıklıkla tehlikeli alanlara sıkıştırılır - bunlar kent tasarımının sonradan akla gelenleridir. Eğer konutsal sokak parkına arazi pazarı oranlarında ödeme yapılsa, 12 metrekarelik kiralama için bir araba İngiltere'nin daha zengin kısımlarında yıllık yaklaşık 3,000 pounda mal olur. Yollarımızdaki kaos, planlanmış bir kaostur. 

Ulaştırma planlı bir şekilde olmalıdır, ama tamamen farklı amaçlar taşıyarak: örneğin sosyal faydaları maksimum düzeye getirip, zararı minumuma çekilmelidir. Bu da elektrikli kitlesel taşımacılığa, güvenli ve ayrı bisiklet yollarına, geniş kaldırımlara toptan bir dönüşüm anlamına gelir; buna arabaların hayatlarımızda deliler gibi yol almasına izin veren koşulların daimi bir şekilde sonlanması eşlik etmelidir. Kimi yerlerde, bazı amaçlar için arabaların kullanımı kaçınılmaz olabilir. Diğer yandan, Amsterdam, Pontevedra ve Kopenhag şehirlerinde görülebileceği üzere yolculukların büyük çoğunluğunda arabalar kolayca yedeğe çekilebilmektedir. Kentlerimizde bu araçlardan kurtulabiliriz.

Çoklu aciliyetlerin -iklim kaosu, kirlilik, sosyal yabancılaşma- yaşandığı çağımızda teknolojilerin bize egemen olmak için değil, bize hizmet etmek için var olduklarını hatırlamalıyız. Artık arabaları hayatlarımızdan çıkarma vakti geldi.

George Monbiot

Çeviri: Engin Noyan


Kaynak:

https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/mar/07/cars-killing-us-driving-environment-phase-out?CMP=share_btn_link#comments

http://www.monbiot.com














7 Mart 2019 Perşembe

Kadının Özgürleşmesi, Yeryüzünün Özgürleşmesidir

Dünya Emekçi Kadınlar Gününü, kadınların emeğinin kutsandığı bir gün olmasından ziyade biyolojik doğurganlığı, toplumsal öğretmenliği ve iktisadi emeğiyle yeryüzü özgürleşmesinin en önemli itici gücü olarak kendi farkındalıklarını ve özgürlük taleplerini her yaştan insanla mümkün olduğunca paylaşılması gereken bir gün olarak görüyorum.

Özgürlüğün tanımı TDK iki maddede vermiş:

1. isim Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî

2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet

Özgürlük kelimesinin bu resmi tanımları ölçüsünde bile ne kadar özgür ve eşitiz?

Toplumun en küçük birimi ailede başlayan itaatkar ahlakın kurucusu sadece erkek değildir! Kadınlar, özellikle anneler, dinsel ve geleneksel kodlar aracılığıyla kendini, ailesini, dolayısıyla toplumu çocukları ve ilişkileriyle biçimlendirir.

Çocuk, kadının sadece biyolojik devamlılığı değil, aynı zamanda ahlaksal uzantısıdır. Erkek ve de kadın farketmez, sürdürülen ahlaksal tutumlar günümüzün hiyerarşik, pratik, kolaycı, sonuç ve fayda odaklı değerleriyle beslenmektedir. Dolayısıyla, erkek-kadın-çocuk üçlemesinde herkesin kurtuluşu yeni bir ahlaki temelde şekillenebilir. Böylesi bir ahlak da toplumsal ve ekonomik ölçekte eşit, adil ve seküler taleplerimizin güçlendirilmesiyle mümkün.