12 Temmuz 2018 Perşembe

İğneada'ya Pedallıyoruz


Türkiye'deki egemen partinin "Durmak Yok, Yola Devam" söyleminden değil elbette, ama gün be gün yitirmekte olduğumuz doğayı bir nebze olsun hissedebilmek arzusuyla, güneşin ve rüzgarın izin verdiği ölçüde minik karbon izleri bırakarak kendi enerjimizle yola devam ediyoruz, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş bir halde gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalist bir ahlaksızlıkla değil.

Bizim yolumuz kuşların, ağaçların ve popüler olmayan güzel insanların öyküleriyle zenginleşerek uzanıyor.

Rotamızın nihai noktası İğneada. Adı son zamanlarda nükleer santral yapımı projesiyle gündeme gelen, Avrupa'nın en büyük longoz ormanlarını barındıran sakin bir Karadeniz balıkçı kasabası.

Rotayı planlarken bisikletimize ve bize stress yaratacak yerleşim ve yollardan mümkün olduğunca uzak durmaya, kuzey Trakyanın köylerini ve sahillerini eklemeye çalıştım.

Rotayı solo bir tur olarak planlasam da 2017 yılında Armutlu - Bandırma yolunu beraber pedalladığım Hakan ve Don Kişot Bisiklet Kolektifinin Kurna Köyü ve 1 Mayıs sürüşlerinden tanıdığım Emel ile İğneada'ya beraber pedalladık.




1. Gün ( Beşiktaş - Karaburun)
 
Bir gün öncesinden Kadıköy'de Emel ile rotaya, ekipmanlarımıza ve bisiklet kültürüne dair goygoyladıktan, Amerika vize başvurusu yapacağından turun bir noktasında bizi yakalayacağını (nerde, ne zaman ve nasıl yakalayacağı turun 2. gününe kadar bütün gizemini korudu) telefonda heyecanla söyleyen Hakan ile de irtibatlandıktan sonraki gün (5 Temmuz 2018) sabah 8'de Beşiktaş iskelesinde randevulaştığımız gibi buluşuyoruz.

Solo değil de arkadaş grup turu olduğundan Beşiktaş'a nasıl ulaştığımı detaya inmeden bir iki fotoğrafla geçiştirerek turu başlatmak istiyorum.

Çekmeköy'den Üsküdar'a


Üsküdar'dan Beşiktaş'a

Beşiktaş iskelesine ilk ulaşan bendim; turun heyecanından mı yoksa gece vakti içtiğim seçim kahvesinden midir nedir bir türlü uyku tutmamıştı, bir saat uyudum uyumamıştım.

İskelenin yanı başındaki boş banklardan gölgeli olan bir tanesine uzanmak için hızla göz gezdirdiğimde diğer gölgeli banklarda kıvrılıp yatmış evsizleri ya da akşamdan kalma sarhoşları görüyordum, kimilerinde ise belki de işe ya da okula gitmeden önce kahvaltı yapmak için oturanlar gözüme çarpıyordu; herkes kendi yolculuğunda, bense bitmeyecek bir döngünün...

Beşiktaş İskelesinde tek ağaç ve sabah yalnızları


Nihayet gölgeli bir bank bulup uzanmak üzereydim ki Emel'le göz göze geliyoruz. Az önce Kadıköy - Beşiktaş vapurundan inmiş.

Tur boyunca içeceğimiz sayısız kahvenin ilkini bu gölgeli bankta içerek hemen yanı başımızdaki Nişantaşı dolmuş hattının sırasında değil de bisikletlerimizin yanında uzun bir turun eşiğinde olmaktan heyecan ve keyif duyuyorum.

Sade birer nescafenin, çekirdekli bir simitin ardından artık şehrin trafiğine tekli sıra halinde karışıyoruz, Beşiktaş İskelesinden Sarıyer'e doğru boğazın maviliğine...


Selfie çekmiyoruz, iyi bir insandan rica edip sosyalleşiyoruz


İlk kamp noktası Karaburun'a varmak için sırasıyla Bahçeköy, Kemerburgaz, Göktürk, Durusu'yu geçmek gerekiyor, dolayısıyla uzun bir rota, ama ilk gün heyecanından güç alıp pedalladıkça havaya giriyoruz.


Sarıyer - Karaburun Yeşil Rotamız


Emel'in kamplı - bisikletli ilk uzun yol turu, benimse bir gece konaklamalı turları saymazsak ikinci.

Don Kişot'un önceki turlarından anılarımızı paylaşarak Bahçeköy'e varıyoruz bile, ne var ki Sarıyer - Bahçeköy arasındaki uzun rampa bizi zorluyor; ben ceset taşıyorum, Emel'se arada bir kendini zehirliyor.


İlk tabela selfimiz


Bahçeköy - Kemerburgaz yolu turun rengini ve sesini belli ediyor: meşe ağaçları arasından bitmeyen bir kuş senfonisi...

Ağaçlar arasında uzanan yolda hararet henüz kendini hissettiremese de ilk gün hamlığı ve uykusuzluğum ormanda bir Türk kahvesi yapıp içmek için bahane oluyor. Yanıma aldığım kamp ocağı ve bakır cezveyle hazırladığımız kahve sonrası bir on dakika uyku rica ediyorum yol arkadaşımdan; matı serip uzanıyorum, gökyüzü yapraklarla kaplı, kulağımda kuşlar...


Bisiklet, doğaya yakışan en güzel mekanik ulaşım aracı


On dakika rica ediyorum, kendiliğimden uyanıp ne kadar uyuduğumu sorduğumda on dakika diyor Emel, "ben de tam sana seslenecektim." Bir Pink Floyd şarkısı dinler gibi dalıyorum uykuya, farklı kuş sesleri birbirlerine karışıyor ve sanki tekleşiyor ben REM'e düşerken.

Dinlenmiş ve kafeinlenmiş bedenlerimiz Kemerburgaz'dan Göktürk'e vardığında güneşten korunmak için Göktürk'te bir parkta ilk uzun molayı veriyoruz.


Göktürk merkezde trafikten kurtarılmış bir park




Rotamızın hızlı giden araçlarla, yüklü kamyonlarla dolu en tehlikeli kısmı D020'nin en sağ şeridini kullanarak Durusu ayrımına kadar yol almaya çalışıyoruz, 10 km'yi ortalama 40 dakikada alıyoruz. Hız olarak tatminkar, ama 3. havaalanına bir şeyler taşıyıp ordan bir şeyler getiren yüklü kamyonlar ciddi tehlike oluşturmaya başlıyorlar özellikle kavşak noktalarında.

Mümkün olduğunca beraber ve yönlendirmeli yol alıyoruz.


3. havaalanı inanılmaz büyüklükte bir inşaa alanı, yeşil rotamızın en gri rengi


Köprülü, kavşaklı işlek bir karayolu D020. Kasklarla korunuyoruz, kulaklığımdaki yol şarkılarıyla da kayalar taşıyan kamyonların gürültülerine kendimce meydan okuyorum.


Rotamızın en tehlikeli etabı D020


Sabrederek ilerliyoruz, saat başı 5- 10 dakikalık su molalarıyla nihayet D020'yi tamamlayıp Durusu ve Karaburun sapağından sağa, denize doğru yüzümüzü döndüğümüzde keyfimiz hızla yerine geliyor; sıfırlanan kamyonlar ve bize hız kazandıran eğimli, yeşil bir yol...

Ama bir akşam üstü çayını da hakediyoruz sonuna kadar. Gözler yorgunluğa uygun bir yer arıyor.


Ben bu fotoyu çekerken arkadaşım çoktan oturmuş, el sallıyor masadan


Taze çayları yeni dikilmiş meyve ağaçları arasında biraz fahiş fiyatla yudumluyoruz, olsun keyfimiz yerinde. Yiyecek bir şeyler talebimizi bir müşterinin bıraktığı Malatya bisküvileriyle karşılıyor 50'lerindeki hafiften akşamcı sesli mekancı.

Ön ayaklarıyla keçi gibi seken yalnız bir beyaz kedi annelerinin kanadı altında sürü halinde yürüyen civcivleri sinsice izliyor, onlara hamle yapacak gibi oluyor, tavuğun tehditkar varlığından vazgeçip ilgisi dağılıyor...

Mekancının hayvan ve ağaç sevgisi doğru yerde ve zamandayız hissiyatımı güçlendiriyor.

Bu mekan aynı zamanda arkadaşımın şarj aletini unuttuğu yer, ne yazık ki çok sonradan farkediyor.

Terkos-Karaburun Caddesi boyunca zaman zaman Durugöl'e yakın yerlerden geçiyoruz, harikulade manzaralar eşliğinde yolculuğumuz renkleniyor.




Durusu...kim bilir kaçımızın bir ömürlük hayali

 bu karede


Artık Karaburun'a varıyoruz, burası ilk kamp noktamız. Yemek mi yiyelim, kamp noktası mı belirleyelim sorusuna kamp noktası cevabını veriyoruz, böylelikle perşembe akşamı ilk kamp noktasını plaja paralel uzanan yer yer kimsesiz sahil yolu boyunca arıyoruz.

Civarda az sayıda ağaç var. Plajdaki insanlar günübirlikçi ve arabalara doluşup gelmişler. Erkekler atletli, kadınlar kapalı... Geleneksel tatil moduyla yere serilen genişçe örtünün etrafında mangal yapıp semaver çaylarını yudumladıktan sonra gidecek gibiler, herkes kendi halinde ve mesafeli.

Upuzun plajda, ehh bari buraya kuruverelim zaten erkenden yola çıkarız diyerek rüzgarı ve güvenliği de öngörüp çadırları bisikletlere bağlıyoruz, akabinde balığın peşine düşüyorum karanlık limanda.

Seçim sonrası zamlanmış biraları yudumlarken aklımızdaki tek soru acaba Hakan nerede, nasıl ve ne zaman bize katılabilecek?





2. Gün (Karaburun -  Yalıköy)


Karaburun - Yalıköy rotamız


Karaburun'un upuzun kumsalından sabah vakti


Çadırı erkenden ısıtmaya başlayan güneş ve serin sulara kendimi sırt üstü bırakıp denizi dinlerken maviliklere dalma hayalim daha fazla uyumama izin vermiyor, kalkıp denize teslim ediyorum uykusuz uykusuz 80 km yapmış bedenimi. 

Deniz temiz, sakin ve güzel. Kimseler yok henüz. Sırt üstü uzandığım denizde çakıl taşlarının şarkısını duyabiliyor, meditatif bir etkiyle gökyüzünü izliyorum. Dalıp çıkıyor ve  dalgaların kıyıyla buluştuğu ana bırakıyorum kendimi çocukça. En güzel edilgen hallerden biri olmalı bu, dalgaların seni bir yukarı sürükleyip gerisin geri derinliklere çekmeye çalışması; bir döngü bu, dengeli ve bütünsel, zen bu olmalı. 

Sabah ışığıyla parıldayan çakıl taşlarının renklerine kapılıp upuzun kumsal boyunca yürüyor, güne ilk ayak izlerimi bırakıyor, beğendiğim çakıl taşlarını topluyorum; ama fazla vakit de geçirmemeli, geri dönüp çadırları toplamalı ve kahvaltı için bir yerler bulmalı.

Günün en önemli öğünü kahvaltı için peynirli gözleme ve çay söylüyoruz sahil kafelerinden birinden. Bize servis yapan 60'larına gelmiş hasır şapkalı, pembe gömlekli, hafiften şirin görünümlü abimiz ilk anda pek bize ısınamasa da biraz takılıp, sevgisini kazanıyorum ya da öyle hissediyorum. 

Telefonları da şarj edip bir litrelik termosa da sıcak suyu doldurup mekancıyla bir sonraki rota üzerine sorulu cevaplı bir diyaloğa tutulduğumuzda açıkçası keyfimiz kaçıyor.

Karaburun'dan Yalıköy'e çıkardığım takriben 50 km güzergahın en güzel kısmı Karaburun - Ormanlı sahil yoluna girilemeyeceğini, bekçilerin izin vermeyeceğini, geri dönüp yeniden D020 karayoluna girmemiz gerektiğini söylüyor mekancı. Peki, gider bir sorar, rica ederiz, diyoruz; ne de olsa seferiyiz, hem de bisikletli.


Soğuk su ve atıştırmalık takviyemizi Karaburun'un köpekleri eşliğinde yapıyoruz
 
Karaburun'un en güzel yapılarından birinin Deniz Feneri olduğunu biliyorum, daha önceden bölgeye dair küçük bir araştırma yaptığımdan. Mutlaka bu fenere çıkmalı ve orayı hissetmeli.

Çıkması oldukça zor, elimizle itekleyerek sürmeye başlıyoruz bisikletleri. Aklıma Aydan Çelik'in bisiklet manifestosu geliyor: "Bisiklet Eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu."

Bir kaç kez mola verip, gittikçe geride kalan limanı fotoğraflıyoruz.

Birkaç saat öncesinde şurada uzanan denizde yüzüyor, kuma uzanıyor, dalgaların sesleriyle gökyüzündeki bulutları izliyordum; şimdi burada ve giderek uzaklaşıyorum mavinin farklı tonlarına doğru, bir göçebe gibi, iki tekerli bir göçebe.


Karaburun limanından deniz fenerine doğru terli bir tırmanış


Karadenizin sonsuzluğuna selam duran Fenerin bahçe kapısını iteleyerek bir kamelyanın altına sığınıyor, termosun sıcak suyuyla kahveleri hazırlıyor ve gözlerimiz ufuktayken yudumlamaya başlıyoruz, manzara sonsuzluk...

Fenerin etrafında gezinirken kubbeye yakın yerlerde yan yana sıralanmış aslan kafaları görüyorum, ama anlam veremiyorum. Fenere dair şu sayfadan okuduklarım aslan kafalarına anlam kazandırıyor: bu aslan ağızları yağmurlu zamanlarda bakır kubbeden akan sulara bir kanal vazifesi görüyorlar, etkileyici gerçekten.



Türkiye'nin ışık gücüne sahip en güçlü ikinci feneri Karaburun'da

Gökyüzü ve denizin sınırsızlığından yeryüzünün anlık hallerine düşüveriyoruz birden: Acaba bizi ormanlık alandan sahil boyunca götürecek Ormanlı'ya girebilecek miyiz?

Aklımızda bu soruyla baraj yolu boyunca meraklı ve takdir eden bakışlarla pedallayıp baraj yoluna vardığımızda önümüzde asma kilitle kapatılmış genişçe demir bir kapı duruyordu. Kimse yok mu, diye sesleniyorum; gençten bir bekçi hemen beliriveriyor. Seferi olduğumuzu, Ormanlı'ya doğru gittiğimizi bu yolun kestirme olduğunu söyleyince kapı açılıverdi.

Artık önümüzde trafiğin ve insan popülasyonunun sıfırlandığı, kimsesiz bir yol uzanıyordu.


Baraj yolunda, çam ağaçlarının arasında küçük bir mola


Karaburun - Ormanlı arasındaki bu bakir alanda sadece 3 kişi gördük, onlar da yalnızdı. İlki İSKİ'ye ait baraj göletinin güvenliğinden ve Durugöl'ün denizle bağlantısını oluşturan türbinlerin güvenliğinden sorumlu olan emekliliğine yaklaşmış üniformalı bir bekçiydi.

Belki onu da göremeyecektik, eğer foto çekimi için gürültü yapmasaydık. Yaşlı köpeğiyle yanımızda beliriverdi ve sorgu sual başladı. Nerden gelip nereye gidiyoruz, bizi kim saldı buraya vs. Kısa kısa aynı cevapları tekrar edip yeniden yola koyulduğumuzda kendi kendime kızdım adama sorduğum soru yüzünden: Sıkılmıyor musunuz ya, demiştim. Halbuki hissiyatım ne kadar da güzel bir yerde görev yapıyorsunuz, diyordu.

Ha, bir de ormandan çöp topladığımı, nereye atabileceğimi sordum. Önce şuraya at dedi, sonra ilerde atarsın dedi. Beyaz A101 çöp poşeti bisiklete asılı bir şekilde uzun bir yol aldık birlikte. İçinde de yeşil, boş bir şarap şişesi ve bolca plastik su şişesi...

 
İski'ye ait bir köprüde sevinçliyiz


Bu ıssız yolun en büyüleyici kısmı denizle buluştuğu yerdi kesinlikle. Km'lerce uzanan bomboş bir plaj, bakakaldık ve büyülendik adeta.


Diğer fotoğrafları görmek istersen resme tıklayabilirsin

Tahminimce askeri bir alan olarak kullanılıp İSKİ'ye terk edilmiş bir alan burası; benim içinse rantseverlerden şimdilik kurtarılmış bir bölge. Gölgesine sığındığımız devrik yapı ise askeri bir gözetleme kulesi olmalı. Kuleye dair fotoğraf hemen üstteki linkte.

Bu ucube yapıya sırtımızı verip, gölgeye bürüdüğü birkaç metrekarelik kumsal alanda öğle sıcağını atlatmaya, turkuaz renkli denizde serinlemeye ve tura dair konuşmaya yeterince zamanımız oldu, eski matımdan yaptığım rüzgarlığın siperliğinde pişen Türk kahvesi de cabası.

Muazzam bir plaj ve deniz olmasına rağmen kimyasal kutular, plastik ve cam şişeler, çocuk oyuncakları, renk renk poşetler vs kumsal boyunca uzanıyordu. Muhtemelen Karadenizde yol alan gemilerden bırakılan bu çöpler, doğal güzelliği bozan tek unsurdu. İnsan doğaya verdiği tahribata bir kez daha bu ıssızlıkta bile tanık olmak kahredici. Kesinlikle çok fazlayız yer yüzünde. Şu an hatırlamadığım bir kaynağa göre II. Dünya Savaşı sonrası nüfusun 3 katı bir popülasyon barındırıyor dünya ve gittikçe de artıyoruz. 1945'ten 2010'lu yıllara 3 kat bir artış korkutucu.

İnsanlık sonrası bir alanı andıran büyüleyici bu molanın ardından Ormanlı'ya doğru yol alıyoruz. Yolun birkaç yüz metre ilerisinde bir bisikletli daha gözümüze çarpıyor, Hakan olamaz herhalde!

Tanışıyoruz, sırf bu ıssız bölgede dağ bisikletiyle pedallamak için arabasıyla İstanbul'dan gelmiş. Beraber yol almaya başlıyoruz, çok geçmeden yol ikiye ayrılıyor, telefonların haritalarına göz atıyoruz; o, denize paralel sağ yolu biz de göle paralel aşağı, sol yolu tercih ediyoruz ve sanırım büyük bir hata yapıyoruz.


Durugöl

Bu turun öğrettiği en önemli şeylerden biri de göllerden ve tatlı su alanlarından mümkün olduğunca uzak durmak!

Her bir yanımızı kör sinekler sarmaya başlıyor, sinek kovucu sıkıyoruz ama uzaklaştıramıyoruz, ağzımıza burnumuza giriyorlar, çaresizlik içerisinde pedallamaya devam ediyoruz mecburen.

Biran önce Ormanlı'ya varmamız gerek. Bu arada Hakan'la nihayet diyalog kurabiliyoruz, nerde olduğumuzu soruyor, biz de ona... ve şok! Adam Yalıköy'e varmış bile. İnanılmaz, bu kadar sürede! Buralarda değil France de Tour'da sürmen gerek senin diye takılıyorum. İşin aslı Yalıköy'de anlaşılacak sonradan.



Durugöl


Doğal ve güzel baraj yolunun Karaburun kapısından girip Ormanlı kapısından nihayet çıkıyoruz, bekçi şaşkın, biz perişan.

Kör sineklerin saldırısına uğramış yorgun bedenlerimizle Ormanlı merkeze basıyoruz olabildiğince. Artık köyün merkezindeyiz, Hakan ise kamp yeri ayarlıyor bir yandan Yalıköy'de, nasıl bu kadar hızlı gittiğine inanamıyoruz hala.


Ormanlı marketten muz, maden suyu, su vs takviyesi yapıyoruz


Önce Karacaköy'e ardından da Yalıköy'e yolumuz var daha. Bir an önce varıp Hakan'ın whatsup'tan gönderdiği ateş söndürücü görünümlü votkayla keyiflenip dinlenmek harika olacak, ama önce flaşörlerimizi kontrol ediyoruz, bizi 20 km'lik bir gece yolculuğu bekliyor. 

Kulaklıkla yol aldığımdan yol boyunca Hakan'la diyalog kurabiliyorum; kamp atıp ateş yakmış ama yakacak odun soruyor bize, kopuyoruz! Hala nası bu kadar hızlı varabildiğini çözebilmiş değiliz, bizden bir gün sonra çıktı yola ne de olsa!

Zifiri karanlıkta tırmanıyoruz, iniyoruz, arabaların uzun farları yer yer gözlerimizi alıyor. Ara ara bir iki araç durup yol soruyor bana, inanılmaz gerçekten. 

Yaşasın, Yalıköy'deyiz, köye girer girmez davullu zurnalı bir düğün dernek havası duyuyoruz, gidesim geliyor. Bir iki bisikletli genç karşı yoldan geçerken hoşgeldiniz diyor bisikletli dayanışmasıyla, keyifleniyorum. Bir yanı bakkal, kahvehane, pideci, lokanta olan meydanda dikilip kalıyoruz bir müddet, yer yön bulma adına.

Hakan konum atmış ama bir şeyler de sipariş veriyor: double...! İşte o an anlıyoruz, bisikleti kız arkadaşının arabasına atıp geldiğini. Gecenin sürprizi oluyor bu bize. 

Sahil boyunca ateş yakmış kampçıların, arabaları sağa sola çekip masaları açıp demlenen günübirlikçilerin yanlarından usul usul konuma doğru yaklaşıyoruz.

Nihayet işte karanlığın içinde elinde fener, uzamış koca sakalıyla Hakan! Geçen seneki Armutlu - Bandırma tur arkadaşım. Sarılıyoruz, Çiğdem'le tanışıyoruz; gece güzel ve yıldızlı, hayallere, muhabbete gebe, votka şahane!



Yalıköy'de yorgunluğu karanlığa salıyoruz, hayallerin şerefine
...............................................................................................................................................
 3. Gün (Yalıköy - Kastro)
 
Yalıköy - Kastro



3. günün rotasını normalde Yalıköy - Kıyıköy olarak tasarlamıştım, ne var ki birazdan anlatacaklarım rotayı Kastro'da sonlandırmak zorunda bıraktı bizi. 

Yola çıkmadan gayet keyifli, besleyici, sosyal ve dinlendirici bir kamp süreci geçiriyoruz Yalıköy'de florya, ebabil ve sığırcık kuşlarının arasında. Deniz pırıl pırıl ve tertemiz, Karadenizin hakkı yeniyor Türkiye turizminde diye düşünüyoruz. Belki de iyi ki böyle, yoksa rant severlerin talanına uğrayabilir hemen. 


Hakan'ın selfie'si..., diğer birkaç foto için resme tıklayabilirsin


Yalıköy kahvaltımız..., muz ve şeftaliyi de közleyip sınırları zorluyoruz


Közde Türk kahvesinin ardından muhteşem denize bir kez daha giriyoruz, ben hatıra taşların peşine düşüyorum derken saat 4'e hızla geliyor. Bugünkü rotamız Kıyıköy. Artık yola koyulma vakti.





Çilingöz Tabiat Parkı'na doğru..., diğer foto ve videolar için resme tıklayabilirsin 


Yollarda kanatlanıyoruz kelebek misali, sadece hafta sonuna denk geldiğimiz için Çilingöz Tabiat Parkı'na doğru biraz yoğun araç trafiği var; yine de güzel, Hakan da artık aramızda, keyifle neşeyle yol alıp Çilingöz'deki yüzme molamızı hayal ediyoruz; gel gör ki Çilingöz'e giriş bile sıkıntı! Upuzun bir araç kuyruğu, bisikletlerimizden de para almaya çalışıyorlar, rantseverlerin gözü dönmüş. Transit geçiş yapacağız demek durumunda kalıyoruz paragöz tutumlarından dolayı. Güzel bir koyun tadına bakamadan Kastro yönüne devam etmek durumunda kalıyoruz, ama bir maden suyu molası da vermeden bırakmıyoruz Çilingöz'ü.

Çilingöz, inanılmaz kalabalık; her yana araba çekilmiş ve çadır kurulmuş durumda, ayrıca bungalovlar... Tabiat parkı tesis formunu almış neredeyse. Yukarıdaki fotoğrafın linkinde buraya dair kısa bir video var, bakmak istersen.

Rotamızı Kıyıköy olarak belirlemiştik, ama önce Kastro plajına ulaşmamız gerekiyor güzergah gereği.

Şunu itiraf etmeliyim: Çilingöz - Kastro yolu şimdiye kadar pedalladığım en zor yoldu.


Çilingöz - Kastro, en çok zorlandığım etap


Yol, google maps'ten gayet iyi görünüyor; ne var ki, yolu alan bilir! Bozuk patika kıvamındaki yolda kör sineklerin saldırısına uğruyoruz. Sinekkovlar, bandanalar vs korunmaya çalışıyoruz, bir ara aklıma çocukluğumda izlediğim Mac Gvyer abimiz geliyor. O olsa ne yapardı acaba? Ondan feyz almış olmalıyım ki bir dal parçasına yanımda taşıdığım limon kolonyasını püskürtüyorum sonra da bir çakmak. Puff işte beni dumanlarıyla koruyacak meşalem. Ne kadar da zekiyim! Emel de aynısını yapıyor, ama ne çare, bütün bunlarla uğraşırken daha çok saldırıya uğruyoruz.

Yol bitmek bilmiyor, ara ara yanımızdan geçen araçların çıkardığı toz kümeleri de işin sıvası oluyor. Hava kararmak üzere, önde giden Hakan kaza yapmış, dişli bacağına geçmiş ve kanıyor. Acaba kana karışan ve içte kalan yağ zarar verir mi bunu düşünüyoruz, cevapsızız.


Soldan mı sağdan mı?


Ve nihayet Kastro yol ayrımındayız (yol ayrımı videosu için Çilingöz Tabiat Parkı'na doğru... fotosuna tıklayabilirsin), haritaya bakıp seslerin de geldiği sağ tarafa sapıyoruz. Bu yolun Kastro plajına beleş yolla girmek isteyen araçların da alternatif güzergahı olduğunu anlıyoruz. Hatta bir araç, beleş yolu kapatmak için açılan bir hendeğe düşmüş etrafında 5-10 adam çaresizce uğraşıyor. Biz de bu hendeği aşmaya çalışıyoruz fenerlerin yardımıyla bisikletleri itekleyip sürükleyip kaldırarak fln, tam bir survivor modu; zaten ölmüşüz, sineklerden ve yoldan, ağlayanımız yok.

Bu hendek etabını da aşınca itiraf ediyorum kendimi mültecilerle dolu bir çadır kentteyim sandım. Her yan elektrik hatları çekilmiş çadırlarla ve yollara dökülmüş insanlarla doluydu. Nerdeyiz, nereye gidiyoruz, plaj nerede... hiç bir sorunun cevabı net değil.

Bir yerde duruyoruz, kamp kurulabilecek bir yer var mı plaja doğru bakmaya gidiyorum, upuzun ve güzel bir plaj ama kampa müsait değil. Emel de birşeyler yiyebileceğimiz bir restoran keşfetmiş, oturup bir şeyler yiyip şaşkınlığımızı paylaşıyoruz, bu kaotik ortamı tanımaya çalışıyoruz.

Kamp alanları karanlık, yer yer ateşler yakılmış, birileri Kürtçe halaya durmuş. Bir şeyler yediğimiz restoranda çay yok, ama yanda varmış. Haydi oraya sürüklüyoruz bisikletleri, bir ağaca yaslayıp çaylarımızı beklerken her birimizin yüzü asık, yorgun ve garip.

Bir çay geliyor, ikincisi de... Okey oynanan bir çay bahçesindeyiz, bir kız ve oğlan çocuğu ağaca tırmanıp sallanıyorlar boylu boyunca onları izliyorum kaçamak. Mekandan da ilk defa dinlediğim bir şarkı çalınıyor art arda kulağıma, dayanamayıp soruyorum kim bu söyleyen, şunlarmış:




Bir iki keyifsiz laflıyoruz, artık gidip bir yer bulmalı çadırlar ve her yanı ısırılmış vücutlarımızı dinlendirmek için... Orası mı, burası mı, yok yok burası nemli, oha adam dibimizde kökledi sesi derken atıyoruz kendimizi alelacele kurduğumuz çadırlara.

Yine başa dönüyorum, anca bir saat uyuyaliyorum. Farklı arabalardan şarkı, türkü, parça sesleri... Bitmeyen, duyuyor musun beni telefon diyalogları. Off aman allahım, bacaklarım yara bere içinde olmalı, nasıl da kaşınıyorum. Sabırla bekliyorum yeni günü.

Gün aydınlanır aydınlanmaz, arkadaşlarıma negatif bir enerjiyle sesleniyorum. Çevremizdeki gözleri sırtımda, oramda buramda hissediyorum, kaçarcasına hızla hazırlanıp küçük de olsa bir kahvaltı için atıyoruz kendimizi akşamki restorana.

Kendime gelmek istiyorum bir an önce, Hakan'la denize kaçıyoruz. Harikulade bir plaj Kastro, gelgelelim profil gürültücü. Denizde genelde erkekler var, onlar da ayakta dalgalara karşı hoplayıp zıplıyorlar. Yüzmeye çalışan birileri gözüme çarpıyor. Sanırım suyun sığlığından dolayı deniz böylesi hareketlere maruz kalıyor. Şaşkınlıkla izliyoruz, ama kendimize de geliyoruz bir parça. Emel daha fazla yalnız kalmasın, geri dönüyoruz.



 
Döndüğümüzde Emel sosyalleşmiş bile, bir kadınla aynı bankta laflıyor, selamlar veriliyor alınıyor. Hemem akşamki mekanda bir çardağın altına açıyoruz seferi soframızı, bir şeyler alıyoruz biraz da marketten. Termosumuzda Hakan'ın günübirlikçi semaverli amcalardan devşirdiği sıcak su, kahvemiz... derken yağmur çiseliyor, sonra da sağanak, aman yarabbi mahsur kaldık burada, haaaayıııırr!


Kastro'da bir çardak altında mahsur kalıyoruz, iyi ki de kalıyoruz, dinleniyor ve arınıyoruz

Günübirlikçilerin mangal keyfi şimdilik askıda duradursun, kahvemizle, hayallerimizle ve değerli yorgunluğumuzla keyfimiz yerinde. Kıyıköy'deki fırınlanmış helvayı bilmem kaçıncı kez anlatıyorum, motivasyonumuz oluyor, en azından benim için. Az sonra yağmur duracak ve biz yeniden yola koyulacağız, ama bu sefer asfalt ve sineksiz bir yoldan.




4. Gün (Kastro - Kızılağaç) 



Rotamız ilkin Kıyıköy'ün fırınlanmış helvası. Asfaltı eğilip bir öpmediğimiz kaldı, dünkü bozuk, sinekli yoldan sonra. Bisikletlerimiz aslında bozuk yollar için uygun değil, Hakan ve Emel'in bisikletleri 700 x 35cc, benimki ise 700 x 32, ama yine de iyi bir performans çıkarıyorlar.

Yol alırken kulaklıkla telefon konuşmam, turun sosyal zenginliklerinden birini kaçırmama neden oluyor, sonradan anlıyorum, ama ne çare, kaçıyor köfteler. Motorlu bir çiftin sofrasına davet edilmişler, bense Kıyıköy girişinde masum masum nerde kaldı bunlar diye mızıka çalaraktan bekliyorum.




Beni aramışlar, meşgulüm; sonradan ben aradım, cevap alamadım. Bekle bekle... beklemekten sıkıldım. Nasıl olsa ararlar diyerekten Kıyıköy'de soğuk bir yorgunluk birasıyla bir teknenin gölgesinde limandaki balıkçıları izliyorum. Kıyıköy demek, balık demek.

Hah işte aradılar, nerdesiniz, nerdeyim derken beklenen gerçekleşmiş! Hakan'ın römork'u sol bağlantı yerinden kırılmış. 2017'deki Armutlu - Bandırma turunda da kırılmıştı, sıkıntı yaşamıştık. Abi nasıl yapacaz, gelsen bir baksan yardım etsen, hafif çakır geri dönüyorum, yedek fren telleri ve pense veriyorum, en azından limanda bir kaynakçıya kadar getirse bari diye gölgeli bir ağaç altında bekliyorum.

Nihayet limanda, balıkçı barınağındayız. Kaynakçı soruyoruz, ilgileniyorlar hemen. Hakan kaynakçı peşinde bense balık ekmek...

Kıyıköy limanda pek çok taka, trol maviliklere, ekmeğe ve umuda açılmayı bekliyorlar, zamanı gelince.  Hamsi, barbun, kalkan, dil balığı ve mezgit, balıkçıların umut dolu ağına takılanlar.

Fırınlanmış helva yiyeceğimiz Kıyıköy manzaralı restorana doğru itekliyoruz bisikletlerimizi. Normalde balık sonrası ikram edilen helvayı sipariş veriyoruz sadece.

Kıyıköylü genç garsonlar ellerinde balık tabakları, bitmeyen bir koşuşturma içerisinde, bense helvanın tarifi... Sürekli Manuş Baba çalan mekanın garsonlarından birinden rica ediyorum tarifi, öyle bir edayla tatlı dille ve severek anlatıyor ki helvayı onun yaptığına kani oluyorum. Kürek helvanın iki katı sütle limon sıkarak güveçte fırınlamak gerekli diyor ricamı kırmadan.


Kıyıköy yolunuz düşerse mutlaka...


Sakin ve güzel bir balıkçı kasabası Kıyıköy


Sosyal medya paylaşımları, sohbet muhabbet derken Hakan'ın bisikletinin başına gelmeyen kalmıyor, şimdi de...


Fırınlanmış helva sonrası enerjimizi lastiğe veriyoruz


Biraz bira, bolca çay sonrası yola hazırız. Liman üzerinden değil, Kıyıköy çarşısı içerisinden eski taş binaların arasından esnafın gözleri üzerimizde bakına bakına yol alıyoruz.

Hedefimiz İğneada, ama biliyoruz ki bugün ya da akşam ulaşmak zor. Muhtemelen Kızılağaç'ta konaklayacağız, artık yol gösterecek...

Yol güzel, yol umut dolu...

Yeni günün başlangıcında Kıyıköy'den ayrılırken kaydediyoruz neşemizi:



Kıyıköy'den ayrılıyoruz 


Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik derken beklenen o güzel yol ayrım tabelası bize yön veriyor meşe ağaçlarının arasından; Kızılağaç sadece 6 km, harika!


Kızılağaç'a doğru pedallıyoruz


Yol boyunca bir yandan bu köyün ismi neden Kızılağaç bunun cevabını tahmin etmeye çalışırken diğer yandan da bu sefer Emel'in önce inen sonra da patlak olduğu anlaşılan tekerine müdahalelerde bulunuyoruz.

Önce ben şişiriyorum, Emel de hızla öğreniyor nasıl şişirileceğini, serde öğretmenlik var. Uzun yolda kendi tamirini yapabilmek daha da önem kazanıyor. Voltran dayanışması burda da kendini gösteriyor, Hakan'la ortak bir tamirata koyuluyoruz, Emel de bir yandan artan tahini sürdüğümüz ekmek parçalarıyla bizi besliyor.

Biraz daha yol alıyoruz, hava iyice kararmaya başlıyor, flaşörleri açıyoruz ve hava karardığında köydeyiz artık.

Köyün girişinde düzenli, bakımlı villalar... Köpeklerin dışında kimsecikler yok ortalıkta. Geçen bir kamyonetten köy meydanını soruyoruz, tahmin ettiğim gibi Caminin ordan sapın diyor. Sapmadan az öncesinde bir büfe sarı ışığıyla, varlığıyla içimizi ısıtıyor. Büfedeki gençlerle sohbet ediyoruz, dolapta biralar dikkatimi çekiyor. Dükkanı işleten genç her bakkalda bulunur bira diyor burda.

Ve meydana girdiğimizde, ıhlamur ağaçlarının altına yerleştirilmiş yuvarlak kahvehane masalarında bütün gözler üzerimizde. Sarı ışıklarla aydınlanmış meraklı bakışlar... Kırmızı bir masa açıveriyorlar bize, yaşını başını almış dedeler halden anlar bir saygıyla.

Meraklı bakışlara merhabalar diyoruz, yolumuzu yönümüzü anlatıyoruz. Hemen çaylar geliyor, meraklı ve samimiler.

Yaşları ilerlemiş amcalarla, dedelerle köye, köyün geçmişine dair sohbet ediyoruz. Selanik ve Bulgar göçmeni bir köymüş. Peki ya neden Kızılağaç, dayanamayıp soruyorum hevesle. Buraya özgü bir ağaçtan bahsediyor daha genç ve hafiften çakır sesli olanı,  buradaki dere kenarında yetişirmiş. Köyün eski ismini de söylüyorlar, Rumca...

Çaylarımız geliyor, bakkaldan atıştırmalık konserveler alıyoruz akşam yemeği niyetine. Şaraplar gözüme ilişiyor, daha önce Şarköy'de gördüğüm yerel şaraplar bunlar. Sizin şarabınız var mı diye soruyorum, sizin yaptığınız... Bir pet şişe uzatıyor, ikram ediyor, harika! Doktor'u orda görüyorum ilk. Kırmızı çakır yüzünde nur düşmüşçesine saçlar, sakallar, kaşlar... Fısır fısır anlatıyor, köyü, kendini, Türkiye'yi; keyifle dinliyoruz.

Akşam vakti sarı lambalar altındaki tıklım tıklım o kahvehaneyi, güzel insan Doktor'u, meydan da sağa sola serpilmiş sosyalleşen köyün gençlerini fotoğraflamadığıma pişmanım şimdi.

Köyde hiç kadın göremiyoruz akşam vakti, bu vakitlerde sokaklar erkeklere ait.

Saatler geçiyor, yorgunuz, uykusuz... Doktor bize futbol sahasını tarif ediyor, kamp için. Doktora sarılıyoruz, vedalaşıyoruz, yola koyuluyoruz yarın sabah yine burdayız görüşelim diyoruz. Artık futbol sahasını arıyoruz, çadırlarımızı kurmak için. Köyün dışına çıkıp, asfalt yolda ilerlerken evinin sarı ışıkla aydınlanmış avlusunda bir şeyler yapan köyden birine yeniden soruyoruz sahanın yerini. Önce tarif ediyor, algılayamıyoruz, yine sorup duruyoruz, bu sefer de boşverin diyor, şuraya kuruverin...

Biz çadırları tarif ettiği mısır tarlasının yanı başına kurarken elinde feneriyle birisi yaklaşıyor, merakla takip ediyoruz bize doğru yaklaşan beyaz ışığı, kim acaba? Bize buraya gösteren abi! Yıldızları izleyebileceğimiz bu güvenli yere yönlendiren adama teşekkür edip adını soruyorum, adı Mustafa. Bir de poşet getirmiş, içinde minik minik lokum gibi armutlar. Sağ olasın...

Bize gösterdiği yere, yıldızların altına, çam ağaçları ve mısırların arasına seriyoruz çadırlarımızı. Gökyüzü, yıldızlar muazzam. Bir müddet sessizce izliyoruz, Emel şair oluyor, delikanlım iyi bak yıldızlara ...

Çadırlarımıza çekiliyoruz, yorgunuz ama iyi hissediyorum. Köylerden sıkılan silah sesleri gecenin huzurunu ıskalıyor.





5. Gün (Kızılağaç - İğneada)



Günaydın kuşlar, günaydın Kızılağaç




Kuşlar erkenden uyandırıyor beni, ben de arkadaşlarımı. Dinlenmiş bir halde keyifle toparlanıyoruz Kızılağaç meydanına doğru. Bir şeyler alıp bakkaldan yeniden oturuyoruz kırmızı yuvarlak masaya. Dün akşam pire gibi çalışıp her masaya anında çay yetiştiren genç arkadaş yok, mantara gideceğini söylemişti. Kahvehane ise kapalı, ama yanındaki açık ve dolmuş erkenden. Yine de akşamki mekana oturup, köyün köpekleri ve bir tavuğuyla, sonradan gelen aklı yarım İsa'yla kahvaltımızı yapıyoruz.


Köpekler o kadar aç ki, gittikçe çoğalıyorlar... Fotoda tavuk ve İsa eksik


Aklı yarım İsa, çobanmış, keçileri varmış. Pek konuşamıyor, önce biraz çekingen yaklaşıyor kahvaltı davetimize. Sonra sandalyesini yanaştırıp, bakkaldan aldığımız kürek helvayı paylaşıyor bizle. İştahı yerinde. Afiyet olsun.

Çaylarımızı içiyoruz, termosumuza kahve molası için sıcak suyumuzu takviye yapıp Sivrilere doğru pedalları çevirmeye başlıyoruz.

Rotamız:

Kızılağaç - İğneada


Kızılağaç'tan ayrılıyoruz artık, ama aklımız bu sıra dışı köyde. Sivriler'e doğru yol alıp İğneada yoluna düşeceğiz daha. 

Ne var ki Kızılağaç'ın hikayesi bitmiyor. Bir kaç km gidiyoruz ki çeşme başında akşamdan bize konaklama alanı tavsiye eden Mustafa abiyi çeşme başında görüyoruz. Hemen 50 metre ilerisinde de ellerinde kovalar, kovaların içerisinde ayı mantarları toplayan genci yaşlısı, kadını erkeği köylüleri görüyoruz. Mantarların peşine düşüyorum, biraz alıp pişirmek, tadına bakmak... Akşamki pire kahvehaneci genç de orada. Beni görünce şaşırıyor. Mantarını satmış olmalı, motoruna binip uzaklaşıyor kornaya basaraktan.

Bir adam yanaşıyor bana doğru, neye baktın, ne istiyorsun... Mantar almak istiyordum, seferiyiz biz diyorum. Al şurdaki kovadan diyor, helal olsun. Alıyorum bir kilo civarı koca koca ayı mantarlarından.

Arkadaşlarımı mantar edinme sürecine pek ilgi göstermeseler de güzel bir diyalog oluyor Mustafa abinin arkadaşı İdris'le. Semaverde çaya davet ediliyoruz. Sohbet sohbet... Mantarlar, memleket, hayvanlar, köylüler, Karadeniz, İstanbul... 

Dün akşamdan Doktorun dediği dilime varıyor tekrar: hayvan sevmeyen, insan sevemez! İdris de öyle; kazları, köpekleri, kuzuları... Hafta içi İstanbul'da işinde gücünde hafta sonu huzuru burada bulmuş, zekası keskin! Bir çay, iki çay... laflıyoruz, ama artık veda vakti. Türk ve Trabzonspor bayrakları altında vedalaşıyoruz Trabzonlu İdris'le. Sağ olasın...Turdaki eksik fotolardan biri de ona ait, maalesef.

Yol boyunca mantar toplayıcılar görüyoruz, genci yaşlısı, Türkü Romanı... 

Artık Sivriler yolundayız, hava harika. Hafiften yağacak gibi oluyor, ne sinek ne de sıcak... Bir selfie çekiniyoruz, yol hatırası:

   
Sivriler'e doğru yağmura yakalanacak mıyız acaba selfie'si


Sivriler'e varmak üzereyken bir araba Emel'i takip ediyor hissine kapılıyorum, Hakan kaptırmış gitmiş, önlerde bir yerde... Gidon aynamdan takip ediyorum, Emel'i geçmiyor, bir kaç dakika izliyor, aynadan takipteyim, sonra beni yavaştan geçiyor, kimsin sen gibilerinden doğrulup arabanın içini kestiğimde Çiğdem ya... 

Çiğdem gelmiş, Hakan'ın yolunu kesiyor, mutlular... Yola devam...Sivriler'deki yağmurda, çayımızı yudumluyoruz hep beraber. Sohbet, sohbet... Karayolundan gitsek 40 km kaldı İğneada'ya, Longoz ormanlarına dalsak 20 km. Ahşap masasını işgal ettiğimiz bakkal, Longoz yolundan gidilebileceğimizi söylüyor, ama sinekler aklına gelmedi sanırım!  

Sivriler kahvehanesinden çaylarımızı yudumlayıp toprak yoldan Longozlara doğru pedallıyoruz; arkamızdan, önümüzden Çiğdem bir görünüp, bir kayboluyor. 




Sivriler'den İğneada'ya yön veren tabela!

20 km de olsa bagajlarımızı Çiğdem'in arabasına yüklüyoruz, teşekkürler iyi insan. Hafiflemiş halde sineklerle mücadele ediyoruz, değişen sadece bu. Harikulade bir orman, lanet kör sinekler. Doğa her zaman güzellikler getirecek değil ya! 

Kör sineklerin saldırısı tam da bu turda okuduğum John Berger'in "Hayvanlara Niçin Bakarız?" kiabındaki şu sözlerini hatırlatıyor:

"Şehir hayatı her zaman doğayı aşırı duygulu bir biçimde görme eğilimi yaratmıştır. Doğa bir bahçe, pencereyle çevrelenmiş bir manzara ya da bir özgürlük alanı olarak düşünülür. Köylüler, denizciler, göçebeler de işin aslını bilirler. Doğa, enerji ve mücadele demektir. Bize bir şey vadetmeden var olan her şeydir doğa." 


Emel ve Hakan aynı anı farklı modlarla yaşıyorlar; hayat...

20 km bitmek bilmiyor, sinekler de öyle! Ağzıma, burnuma... giriyorlar ve çok geride kalıyorum, ben de yalnızlığımla ses kayıtları yapıp fotolar çekiyorum.

 
İğneada'ya son 12km!

Sinekleri umursamıyorum artık, gördüğüm bir erik ağacından göz hakkımı alıp kaskımı dolduruyorum heybe niyetine. Tatlı ekşi tadına baka baka, Longoz boyunca uzanan farklı göl girişlerinden geçiyorum.


Nihayet Longozu ve kör sinekleri geride bırakan karayolundayım


Artık iğneada'da sayılırım; trafik artıyor, reklam tabelaları ve evler görünmeye başlıyor. Aklımda kalan iki tabela: İlki Fransız Feneri, diğeri de Balaban Dondurmaları. Balaban'ın yeşil bir reklam sloganı var: Doğayı bekçi değil, sevgi korur.


Su mühim tabi, İğneada'nın girişinde bir hayrat çeşmesinde özlü bir dize var:










"Ne saray isterim
Ne başıma taç 
Gönlüm süse değil
Bir yudum suya muhtaç"







Sağlı sollu apartmanlarla İğneada'ya giriveriyorum, yol asfalttan parkeye dönüyor. Kızlı erkekli bisikletli çocuklar aralarında bir şeyler konuşuyorlar, sahili soruyorum. Bizi izle abi diyorlar. Çocukların peşi sıra içimdeki çocuk pedallıyor...

Benden önce vardıklarından arıyorum Hakan'ı, Emel'i. "Dostlar" kafedeler, bir bira söylüyorum. Nerdeydiniz, nerde kaldın diyaloglarından sıyrılıp ilk karemi çekiyorum:


İğneada'nın en işlek plajı, günlerden Pazartesi


Hakan ve Çiğdem, İstanbul'un keşmekeşine geri dönüyorlar; yolları açık olsun...

Emel ve ben varız artık, ikimiz ve bir de enerjimiz elverdiğince keşfedilmeyi bekleyen İğneada.

Balaban dondurması gözüme takılıyor, haydi peynir helvalı dondurma alalım. Kalmamış, Keşan'dan geliyormuş helva. Külahta bir kaç top alıyoruz, günü, kampı düşünüyoruz.

Önce biraz gıda alışverişi yapıyoruz, akşamki yemeğimiz zaten belli: ayı mantarı! İdris abinin yanında çalışan yeşil gözlü çobanın soğanlı tarifi de aklımızda.


"Hayattan daha acı biber"den almıyoruz elbette!


Erzaklarımız tamam, peki ya kamp yeri? Limana doğru yol almaya başlıyoruz, askeriyenin başlangıcında dalgaları dinleyebileceğimiz, sakin bir yere bırakıveriyoruz kendimizi, sonra da çadırları...


Ziyaretçimiz eksik olmuyor gündüz gece, hemen arkada askerler nöbette!

Kamp ateşi, yıldızlar, şarap, ayı mantarlı akşam yemeği... Günlerce süren bir yolculuk; emek ve sabırla çevrilen pedallar... sevginin saygıyla harmanlandığı daha anlamlı bir hayat...

Ertesi gün İğneada çarşıyı keşfe çıkıyoruz. Erdal abinin tamirhanesine baktığı şirin bir bisiklet kafedeyiz. Bisikletlerimize en yakışan yerdeyiz yani. Çarşı trafiğe kapatılsa daha da zenginleşebilir bisiklet kültürü İğneada'da.



Emel'in patlak tekeri Erdal abinin elinde nefes buluyor


Bisiklet için keyifli bir yer İğneada, sakin ve düz. Sağa sola baka baka yol alıyoruz. Şu tabela karşımıza çıkıyor, bisikletlerden inip okuyoruz, fotoğraflıyorum: 


Black Sea - Silk Road Project (Karadeniz - İpek Yolu Projesi)


Muhtemelen fotodan okunamayacağından bir de ses kaydı alıyorum.

İşin ilginci, ertesi gün tabela yerinde yoktu!

Limanı keşfetmeye pedallıyoruz, ne de olsa İğneada bir balıkçı kasabası. Takalar, troller rengarenk demirlemişler, akşam yemeği için közde pişireceğimiz balık arıyoruz. Balık mevsimi henüz başlamamış, Norveç uskumrusu ile yetiniyoruz.


Limanda tek ağaç


Limanın hemen girişinde denize döşenecek doğal gaz boruları ve vinçleri görüyoruz. Kamp boyunca da İğneada'nın hemen açıklarında mütemadiyen çalıştılar Rusya'dan gelen doğal gazı aktaracak boruları deniz altına döşeyerek.

Liman, eskimiş ve mütevazı balıkçı barınaklarından oluşuyor. Balıkçılar kahvehanelerde hararetle politik mevzulara girip çıkıyorlar, kulak kabarttığımda Yeni Türkiye geyiği çeviren de var, yeni liman uygulamalarındaki para cezalarından da...


Limanda denize giren çocuklar


Limanın sonlarına doğru balıkçı yoğunluğu azalıyor; çadırlar, karavanlar, günübirlik arabalarıyla gelen tatilciler sakin denizin tadını çıkarıyorlar. Çocukları izleyerek huzurumuza neşe katıyoruz.

Artık son akşamımız İğneada'da, ipince kumların üzerinde, yaktığımız ateşin yanıbaşında akşam serinliğinde, son şarap, folyolanmış balıklar...

Ve son gün, biletler alınmış, 10km ötedeki Beğendik'i de ziyaret edelim havasındayız; ama önce kahvaltı için dün limanda az biraz lafladığımız büfeci teyzeye doğru yol alıyoruz, çadırlarımızı, eşyalarımızı tamamen yüklenerek.

Bize harika bir sahanda yumurta yapmasının ötesinde İğneada'nın hikayelerini keyifle anlatarak bizi neşelendiriyor Remziye hanım. Dinlenmek, yenilenmek için sadece doğanın diline değil, aynı zamanda neşeli bir sohbete de ihtiyaç duyuyormuşuz, bunu farkediyoruz.

Birkaç saat içinde İğneada'nın politik, ekonomik, sosyal havasını koklayabiliyoruz bu bilge ve gözükara Karadenizli kadının anlattıklarından; izni olmayabileceğinden detaylı anlatmam etik değil, ama santralcileri nasıl kovaladıklarından kaçak Bulgar sigaralarına kadar gerçek hikayeler anlatıp hangi parti gelirse gelsin az nüfuslu İğneada'nın bir türlü kalkınamamasından dert yanıyor.

Kürek helvayla enerjimiz tazeleniyor; çaylar, kahveler...

Beğendik'e gitmek istediğimizi, otobüsümüzün 4'te hareket edeceğini söylüyoruz, bizi buraların en güzel yeri Limanköy'e yönlendiyor, Fransız Fener'i var oraya gidin diyor. Aa evet tabelasını görmüştüm İğneada girişinde, hatırlıyorum.

   
Remziye Hanımın mekanında leziz bir kahvaltı ve güzel sohbet hatırası


Remziye hanımın söyledikleri bizi cezbediyor, Beğendik'e değil, Limanköy Fransız Fenerine doğru pedallıyoruz, yaklaşık 5 km boyunca.


Fransız Feneri


1800'lerin ikinci yarısından itibaren Karadenizin kaptanlarını selamlayan yüksekçe bir tepeye kurulu Fransız Feneri bisiklet yolculuğumuzun da sonuna geldiğimizi gösteriyor bize; yorgun ama huzurluyuz.

5 günde yaklaşık 250 km yolu bisikletlerimizle, doğayı hissetmeye çalışarak, güzelim denizlerde yüzerek, ağaçlarını seyredalıp ispinozların, floryaların...senfonilerini dinleyerek geçirdim, geçirmeye çalıştık.

Yerel ve yavaş olanın bizi insanlarla, çevremizle ve birbirimizle daha doğrudan ve samimi diyaloglar yaratacağına inanarak, zorluklara rağmen yol aldım, aldık.

Bu sergüzeşti mümkün kılan arkadaşlarıma ve yolumuzdaki güzel insanlara şükranlarımla...







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder