Kireç ocakları ve çimento fabrikaları havayı sık sık kirleten kaynaklardandır. Foto: Zoonar GmbH/Alamy |
Siz, bu makaleyi okurken küresel inşaat endüstrisi 19 binden fazla beton havuzu boşaltmış, makalenin yarısına geldiğinizde Albert Hall binasını doldurup Hyde Park'a taşmış, bir gün içerisinde neredeyse Çin'in Üç Boğaz Barajı boyutuna yaklaşmış, tek bir yıl içerisinde ise İngiltere'deki her tepe, vadi, kuytu köşe ve sığınağın üzerine taraça çıkabilecek kadar yeterli beton olmuş olacak.
Beton, sudan sonra, gezegenimizde en yaygın kullanılan maddesidir. Eğer çimento endüstrisi bir ülke olsa, Çin ve Birleşik Devletler'in ardından 2.8 milyar tona erişen karbondioksit salınımıyla en büyük üçüncü ülke olurdu.
Bu materyal, milyonların başını sokacağı evler inşa edip doğal felaketlere karşı savunmamızı güçlendiren, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji ve endüstri için bir yapı sağlayan modern gelişimin temelidir.
Doğayı betonla evcilleştirmeye çalışıyoruz. Beton levhalar bizi kötü havadan korumakta, yağmuru başımızdan, soğuğu kemiklerimizden, çamuru ayaklarımızdan uzak tutmaktadır. Ne var ki, bunlar aynı zamanda geniş verimli toprak alanlarını mezara çevirip ırmakları pasifleştirir, doğal yerleşimleri boğar ve -kaya sertliğinde ikinci bir deri işleviyle- kentsel kalelerimizin dışarısında neler olduğuna dair bizi hissizleştirir.
Bizim mavi-yeşil dünyamız her saniye grileşiyor. Bir hesaplamaya göre beton, gezegendeki her ağaç, çalılık, fundalığın oluşturduğu karbon kitlesine ağır bastığı noktayı çoktan geçmiş durumda olabiliriz. Bu açıdan, inşa edilmiş çevremiz doğal olandan daha fazla gelişiyor. Gelgelelim, inşaat dünyası, doğal dünyanın aksine, aslında büyümez. Bunun yerine, ondan beklenen ana nitelik katılaştırıp sonra da çok yavaş aşınmasıdır.
Geçen 60 yıl boyunca üretilen bütün plastik miktarı 8 milyar tona ulaşmıştır. Çimento endüstrisi her iki yıl da bu miktardan daha fazlasını dışarı pompalamaktadır. Ne var ki sorun plastikten daha büyük de olsa genelde daha az oranda ciddi görülür. Beton, fosil yakıtlardan türetilmez. Balinaların ya da martıların karınlarında bulunmaz. Doktorlar, beton izlerini kanımızda rastlamaz. Onu ne meşe ağaçlarına dolaşmış ne de yeraltı kanalizasyon atıklarına karışır halde görürüz. Betonun bizimle nerede olduğunu biliriz. Ya da daha net olmak adına, onun nereye gittiğini biliriz: hiçbir yere. Bu da ona kesinkes güvenme nedenimizdir.
İnsanın özlem duyduğu, elbette, bu katılıktır. Ağırlığı ve dayanıklılığıyla sevilmektedir. Zamanı, doğayı, hava durumunu ve körfezdeki entropiyi tutarak böylece modern hayatın temel işlevini görür. Çelikle birleştiğinde barajlarımızın patlamasını, gökdelenlerin devrilmemesini, yollarımızın çökmemesini ve elektrik şebekesinin bağlı kalmasını sağlar.
Katılık, kafa karıştırıcı zamanlarda özellikle çekici bir niteliktir. Ama, aşırı olan herhangi bir iyi şey gibi, çözdüklerinden fazla sorun yaratabilir.
Beton on yıllar boyunca doğaya direnç gösterebilir, sonradan birden bire etkisini artırır. Katrina kasırgasından sonra New Orleans'ı, Harvey'den sonra Houston'ı ele alalım. Bu kentler felaketi çok daha şiddetli yaşadılar, çünkü kenar mahalle sokakları yağmuru emememiş, fırtına giderleri, bozulmuş iklimin yeni aşırılıkları için maalesef yetersiz olduğunu ispatlamıştı.
Üretimin bütün aşamaları ele alındığında dünya karbon salınımından % 4-8 arasında beton sorumludur. Materyaller arasında sadece kömür, petrol ve gaz, sera gazlarının büyük kaynaklarıdır. Betonun karbondioksit salınımının yarısı cüruf üretimi sürecinde açığa çıkmaktadır; bu süreç, beton yapımının en yoğun enerji gerektiren kısmıdır. Lakin, diğer çevresel etkileri daha da az anlaşılmaktadır. Beton, suya kanamış bir canavar olarak dünyanın endüstriyel su kullanımında neredeyse 10. sıradadır. Bu da içme ve sulama kaynakları için sıkıntıya sebebiyet verir, çünkü tüketimin %75'i kurak ve su kıtlığı yaşayan bölgelerdedir. Beton ayrıca, şehirlerde, güneş ısısını emerek, araba egzoz ve klima gazlarını hapsederek ısı-ada etkisine katkı yapar -gerçi bu en azından siyah asfalttan daha iyidir. Buna ek olarak, silikoz ve diğer solunum rahatsızlık sorunlarını daha da kötüleştirir. Stok ve mikserlerden uçuşan toz, Delhi'yi boğan partiküllerin %10'u kadarına katkı sunuyor. Araştırmacıların Delhi'de 2015 yılındaki bulgularına göre, hava kirliliği endeksi, en büyük 19 inşaat sitesinin hepsinde güvenlik seviyesini en az üç kat aşmış durumda. Taş ocakları ve çimento fabrikaları da, buralardaki materyalleri aralarında ve inşaat sitelerinde taşıyan kamyonlarla birlikte sık sık kirlilik kaynakları olarak yer almaktadır. Bu ölçekte, dünyanın birçok plajını ve ırmak yataklarını tahrip eden kum çekimi de felaket yaratabiliyor. Böylesi bir madencilik şu an artan bir oranda örgütlü şuç çeteleri ve cinayetle sonuçlanan şiddet ağıyla yürütülüyor.
Bu da betonun en az anlaşılan ama en şiddetli etkisini oluşturuyor. Beton, insanlığın bağımlı olduğu toprağın verimliliği, polenleşme, sel denetimi, oksijen üretimi ve su arınması gibi ekolojik işlevleri altüst ederek doğal altyapıyı yok etmektedir.
Beton, uygarlığımızı yukarılara, Dubai'deki Burç Halife gökdeleninin 163. katına taşıyarak yaşam alanı yaratabilir. Ne yazık ki aynı zamanda insan ayak izi verimli toprakların üzerine yayılır ve yerleşim alanları nefessiz kalır. Biyoçeşitlilik krizi -ki pek çok bilim insanı iklim kaosu kadar tehdit olduğuna inanıyor- esas olarak yabanıllığın tarıma, endüstriyel bölgelere ve konut bloklarına dönüşümüyle meydana gelir. Yüzlerce yıldır, insanlık, bu çevresel altüst oluş pahasına betonun şüphe götürmeyen faydalarını kabul edegeldi. Ancak şimdi bu denge diğer tarafa doğru bozulabilir.
Roma'daki Panteon ve Kolezyum, kum, çakıllı kum (genelde çakıl taşı ya da taş) ve su ile karıştırılmış kireç bazlı fırınlanmış tutkal karışımı olan betonun dayanıklılığına delildir. Bu tutkalın endüstrileşmiş modern biçimi -Portland çimentosu- 1824 yılında Joseph Aspdin tarafından Leeds'te "yapay taş"ın bir formu olarak tescillendi. Bu daha sonradan, Empire State binası gibi art deco gökdelenlerin temeli olan güçlendirilmiş betonu yaratmak için çelik çubuk ya da ağlarla birleştirildi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra, beton, bombalamalarla yıkılan kentleri yeniden inşa etmede pahalı olmayan ve basit bir yol sunduğunda ırmaklarca akmaya başladı. Bu, Le Corbusier gibi betonarmeci mimarların dönemiydi. Onu da fütürist Oscar Niemeyer'in serbest akan çizgileri ve Tadao Ando'nun seçkin hatları takip etti - tabi bunların yanısıra barajların, köprülerin, limanların, resmi binaların, üniversite yerleşkelerinin, alışveriş mağazalarının ve tek tip çirkin araba parklarının sürekli büyüyen niceliği var. 1950'de, beton üretimi çeliğinkine eşitti; 1950'lerden itibaren üretimi 25 kat artarken metal yapım eşinden 3 kat daha hızlı büyüdü.
Estetiğe dair tartışmalar, Owen Luder'in betonarme Tricorn Merkezini "filin küflü dışkısı" olarak eleştiren Prens Charles gibi gelenekselciler ile betonu, kitleler için ucuz tasarım, ölçü ve dayanıklılığın bir aracı olarak gören modernleşmeciler arasında kutuplaşma yaratan eğilimi göstermektedir.
Beton politikaları az oranda ayrımcı, daha çok aşındırıcıdır. Burada asıl sorun eylemsizliktir. Bir kez bu materyal politikacıları, bürokratları ve inşaat şirketlerini bağladığında sonlandırıcı bağlantıyı değiştirmek neredeyse imkansızdır. Parti liderleri inşaat firmalarından bağış ve rüşvet almaya, devlet planlamacıları iktisadi gelişimi sürdürmede daha fazla projeye, patronlar da para akışının devam etmesini, çalışanın istihdamını sağlamak ve siyasi etkisini yüksek tutmak için daha fazla sözleşmeye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla çevresel ve sosyal açıdan güven vermeyen altyapı projeleri ve çimento-festivallerine yönelik bu hiç sona ermeyen yoğun siyasi ilgi Olimpiyatlar, Dünya Kupası ve uluslararası sergileri beğeniyle karşılar.
Buna verilebilecek klasik örnek Japonya'dır. Bu ülke, 20. yüzyılın ikinci yarısında betona öylesine yoğun bir arzuyla sarılmıştır ki ülkenin yönetim yapısı sık sık doken kokka (inşaat devleti) olarak betimlenmiştir.
Tokyo'yu tayfun mevsiminde su taşkınlarına karşı korumak için inşaa edilen basınç denetimli su tankları |
Bu gelişmeler de ekonomiyi 1980'lerin sonlarına kadar yaklaşık iki haneli büyüme oranlarına hızla yükseltirken istihdamın yüksek kalmasını sağlayarak hükümetteki Liberal Demokratik partiye aşırı baskıcı bir iktidar sundu. Dönemin önemli siyasileri -Kakuei Tanaka, Yasuhiro Nakasone ve Noboru Takeshita gibi adamlar- memleketlerine çok büyük projeler getirebildikleri için yargılandılar. Devasa rüşvetler normal hale gelmişti. Ara bulucu ve itaat ettirici hizmetlerde bulunan Yakuza çetesi de kendi payını alıyordu. Altı inşaat firmasının (Schimizu, Taisei, Kajima, Takenaka) ihaleye fesat karıştırması ve neredeyse tekel olması, politikacılara çok büyük rüşvet sağlamada yeterince kazançlı sözleşmeler sağlamıştı. Doken kokka, ulusal ölçekte yasa dışı yollarla bir para kazanma yoluydu.
Buna karşın, çevreyi mahvetmeden yararlı bir şekilde hazırlayabileceğiniz sadece çok miktarda beton vardır. En yaratıcı politikacıların bile hükümetin canlandırıcı harcama paketlerini meşru göstermek için mücadele ettikleri 1990'larda gittikçe azalan kazançlar görünür hale gelmişti. Bu dönemde olağanüstü pahalı köprüler nüfusu az bölgelere kurulmuş, küçük kırsal topluluklar arasında çok şeritli yollar yapılmış, geriye kalan az sayıdaki doğal ırmak kıyısı çimentoyla kaplanmış, Japon sahil şeridinin %40'ını koruması varsayımıyla deniz duvarlarına gittikçe artan miktarlarda beton dökülmüştür.
Uzun süredir Japonya'da ikamet eden yazar Alex Kerr, Köpekler ve Şeytanlar adlı kitabında, sel baskınlarını ve heyelanları önlemek adına tepe yamaçlarının ve ırmak kıyılarını çimentoyla kaplanmasının yasını tutar. Bir gazeteciye verdiği mülakatta, hükümetlerce giderayak sübvanse edilmiş projelerin "dağlara, ırmaklara, akarsulara, göllere, sulak alanlara, yani her yere dile getirilmemiş zarar ziyana neden olmuştur - ve artan bir hızda da devam etmektedir. Modern Japonya'nın gerçekliği budur, hasarlar da belirsizce sürmektedir."
Japonya'da metrekarede yer alan beton miktarının Amerika'dakinin 30 katı olduğunu, hacmin ise neredeyse aynı olduğunu söyleyen Kerr'e göre, "Yani, Kaliforniya büyüklüğünde bir eyaletin bütün Birleşik Devletlerinkiyle aynı miktarda beton dökmesinden bahsediyoruz. Japonya'da ne olduğunu anlamak için Amerika'nın küçük alışveriş merkezlerini ve kentsel yayılımını 30 ile çarpın."
Gelenekçiler ve çevreciler korkuya kapıldılar ve de göz ardı edildiler. Japonya'nın çimentoya bürünmesi doğa ile uyum ve mujo'nun (süreksizlik) takdir edilmesi anlayışını taşıyan klasik estetik idealine karşı gerçekleşmekteydi, ne var ki sismik faaliyet açısından dünyanın en etkin ülkelerinden birinin gittikçe artan deprem ve tsunami korkusu düşünüldüğünde anlaşılabilirdi. Nehirler boyunca yapılan gri yamaçların ve kıyıların çirkin olduğunu herkes biliyordu, gelgelelim evlerini selden koruduğu sürece kimsenin de umurunda değildi.
Tahripkar 2011 Tohoku deprem ve tsunamisini daha da şok edici hale getirmişti. Ishinomaki, Kamaishi ve Kitakami gibi kıyı şehirlerinde on yıllar önce yapılmış devasa deniz duvarları dakikalar içerisinde bataklığa dönüştü. Neredeyse 16 bin insan ölmüş, bir milyon yapı yok olmuş ya da zarar görmüş, şehir sokakları karaya oturmuş gemilerle kapanmış, liman su yolları sürüklenen arabalarla dolmuştu. Fukushima'da olanlar ise daha da tedirgin ediciydi. Okyanusun ani kabarması Fukushima Daiichi nükleer santralinin dış savunmasını sarmış, 7 seviyesinde bir erimeye neden olmuştu.
Kısaca, görünen o ki, insanın kendini aptalca beğenmişliği doğanın gücüyle karşılaştığında bu durum Japonya için Kral Canute’u* hatırlatabilirdi. Gelgelelim, beton lobisi o kadar güçlüydü ki Liberal Demokrat Parti bir yıl sonra iktidara şu sözle döndü: gelecek on yılda kamu harcamaları için 200 trilyon yen harcanacak. Bu da Japonya ekonomik üretiminin yaklaşık %40'ına eşitti.
‘Herhangi bir kötü bir şey yapmamış olmamıza rağmen bu duvar bize hapisteymişiz hissettiriyor.’ Japonya, Yamada’da bir deniz duvarı. 2018. Foto: Kim Kyung-Hoon/Reuters |
İnşaat firmalarından bir kez daha denizi geride tutmaları istendi, bu sefer daha da yüksek ve kalın bariyerler ile. Bunların değerleri tartışmalıdır. Mühendisler, 12 metre yüksekliğindeki bu beton duvarların gelecekteki tsunamileri durduracağını ya da en azından şiddetini azaltacağını iddia ederken yerli ahali böylesi sözlere aşinaydı. Bu savunma setlerinin koruduğu alan da insani açıdan daha düşük değerdedir. Şimdi ise bu arazi geniş oranda nüfusunu kaybetmiş, balık çiftlikleri ve çeltik sahalarıyla dolmuştur. Çevrecilere göre mangrov ağaçları çok daha ucuz bir tampon sağlayabilirdi. Daha da önemlisi tsunamiden korkan birçok yerli bile kendileri ile okyanus arasında bir beton olmasından nefret etmekte.
İstiridye avcısı Atsushi Fujita, Reuters’a şöyle dert yanmaktadır: “Herhangi kötü bir şey yapmamış olmamıza rağmen bu duvar bizi sanki bir hapishanede gibi hissettiriyor.” Bu devasa kütlesel yeni yapıların fotoğraflarını çeken Tokyo doğumlu fotoğrafçı Tadashi Ono’ya göre de “artık denizi göremiyoruz.” Bu duvarları Japon tarih ve kültürünü terk etmek olarak betimleyen Ono’ya göre, “bizim uygarlık olarak zenginliğimiz okyanusla olan temasımızdır. Japonya her zaman denizle bir arada olagelmiş, ve deniz tarafından korunmuştur. Ne var ki şimdi Japon hükümeti denizi kapatmaya karar vermiş durumda.”
Bundan kaçınılamazdı. Beton, dünya çapında, gelişimle eş anlamlı bir kelime haline gelmiştir. Kuramsal açıdan, insani gelişmişliğin takdire layık hedefi, yaşam beklentisi, bebek ölüm oranı ve eğitim seviyesi gibi bir dizi iktisadi ve sosyal gösterimlerle ölçülür. Ama, siyasi liderler içinse, şu ana kadar ki en önemli ölçüt, gayri safi yurtiçi hasıladır (GSYİH). İktisadi etkinliğin bir ölçümü olan bu gelir, hiç olmadığı kadar, ekonomik büyümenin bir hesabı olarak iş görür. GSYİH ile bir hükümet, dünyadaki ağırlığını tartar. Ve hiç bir şey, bir ülkeyi beton kadar daha güçlü gösteremez.
Kimi aşamalarda her ülke için bu doğrudur. Gelişimin ilk evrelerinde devasa inşaat projeleri boksörün kaslanması gibi faydalıdır. Ne var ki çoktan olgunluğa kavuşmuş ekonomiler için böylesi bir gelişim yaşını almış bir atletin daha güçlü hormon alarak daha az etki elde etmesi gibi zararlıdır. 1997-98 Asya finans krizinde, Keynesçi iktisatçılar Japon hükümetine verdiği tavsiye, GSYİH gelişimini hızlandırmanın en iyi yolunun toprakta bir çukur açarak içini doldurmak olduğu şeklindeydi. Tercihen de çimento ile. Çukur ne kadar büyük olursa, o kadar iyi sonuç verecekti. Bu da kazanç ve istihdam anlamına gelmekteydi. İnsanların yaşamını geliştirmek için bir şeylerin yapılması noktasında bir milleti seferbet etmek elbette çok daha kolaydır. Gelgelelim, her iki yolda da çimento, düzenlemenin olası bir parçası olacaktır. Bu yöntem, Roosevelt'in 1930'lardaki Yeni Anlaşma anlayışının arkasındaki düşünceydi. Durağanlığı sona erdiren ulusal bir proje olarak Birleşik Devletlerde kutlanan bu yöntem aynı zamanda o zamana kadarki en büyük beton dökme faaliyeti olarak da tanımlanabilir. Hoover Barajı tek başına 3.3 milyon metreküp gereksinimiyle o zamanki dünya rekorunu kırmıştı. İnşaat firmasının iddiasına göre bu baraj insanlık uygarlığından daha uzun süre hayatta kalacaktır.
Çin, Yangzte Irmağındaki Üç Boğaz Barajı dünyanın en büyük beton yapısıdır. |
Boş ve köhnemiş yapılar sadece bir hilkat garibesi değil, ayrıca ekonomiye bir yük, tarım arazilerinde bir atıktır. Daha çok yapı daha çok çimento ve çelik fabrikası gerektirmekte, daha fazla kirliliğe neden olup karbondioksit salmaktadır. Çinli peyzaj mimar Yu Kongjian'ın dikkat çektiği üzere, bu yapılar, insan varlığının nihayetinde bağımlı olduğu ekosistemleri de -verimli toprağı, kendi kendini temizleyen akarsuları, fırtınaya dayanaklı mangrove bataklıkları, taşkın önleyen ormanları- nefessiz bırakmakta, "eko-güvenliğe" bir tehdit oluşturmaktadır.
Yu, doğal bitki örtüsünü ve ırmak boylarını yeniden tesis etmek mümkün olduğunda betonu söküp atarak betonu suçlamanın bayraktarlığını yapagelmiştir. "The Art of Survival" adlı etkili kitabında Çin'in doğayla uyum gösteren Taoist ideallerinden tehlikeli bir şekilde epey uzaklaştığı uyarısında bulunarak "takip ettiğimiz kentleşme yöntemi ölüme çıkan bir yoldur" demiştir.
Uluslararası Şeffaflık adlı gözcü grubuna göre, inşaat, dünyanın en kirli işidir ve ahlaksızca para kazanmaya maden, emlak, enerji ya da silah piyasasından çok daha eğilimlidir. Hiç bir ülke buna dayanıklı değildir, ama son yıllarda Brezilya, inşaat endüstrisindeki şaşırtıcı rüşvet ölçeğini en açık bir şekilde göstermiştir.
Başka yerlerde olduğu gibi, Güney Amerika'nın en büyük ülkesindeki bu çılgın eğilim, sosyal gelişimin bir aracı olarak yeterince zararsız bir şekilde başlamış, sonradan ekonomik bir gerekliliğe evrilmiş, nihayetinde de bireysel açgözlülük ve kestirme yoldan siyasi çare için bir araç olarak yayılmıştır. Bu aşamalar arasındaki ilerleme etkileyici bir hızdaydı. 1950li yılların son zamanlarında ilk devasa ulusal proje, neredeyse hiç bir yerleşime sahip olmayan ülkenin iç kısmındaki bir platoya, yeni bir başkent, Brasília'yı kurmaktı. Bu yüksek rakımlı bölgeye, toprağı örtmek, bakanlıklar ve evler için büyük binalar dikmek için 41 ay gibi bir sürede bir milyon metreküp beton dökülmüştü.
Oscar Niemeyer tarafından yapılan Brezilya Ulusal Müzesi, Brasília, Foto: Image Broker/Rex Features |
Bunu Amazon yağmur ormanları boyunca uzanan yeni bir otoyol -TransAmazon- takip etti ve sonra da 1970 yılından itibaren Güney Amerika'nın en büyük hidroelektrik güç santrali -Paraguay ile sınır çizen Parana ırmağındaki Itaipu- takip eder. Bu santral Hoover Barajından neredeyse dört kat daha büyüktür. Brezilyalı operatörler 210 Maracana stadyumunu doldurmaya yetecek 12.3 metre küp betonla övünmektedirler. Bu bir dünya rekoruydu, ta ki Çin'in Üç Boğaz Barajı 27.2 metreküp ile Yangtze ırmağını tıkayana kadar.
İktidardaki ordu, sansürlenmiş basın ve bağımlı yargı ile, generallerin ve müteahhitlerin bütçeden ne kadar parayı hesaplarına geçirdiklerini bilmenin bir yolu yoktu. Diktatörlük sonrası dönemde, 1985'ten itibaren çöküş sorunu aşırı belirginleşti, öyle ki neredeyse hiç bir parti ya da siyasetçi temiz kalamadı.
Birçok yıl boyunca, bunlardan en kötü şöhretlisi São Paulo valisi Paulo Maluf olmuştur. Minhocão, yani Büyük Solucan olarak bilinen devasa yükseklikteki otobanın yapımı esnasında São Paulo kentini yönetmiştir. 1969'da açılan bu proje için kredi temin etmesinin yanı sıra, sadece dört yıl içerisinde kamu işlerinden 1 milyar $ paranın takip edilebilen bir kısmını Britanya Virjin Adalarındaki gizli hesaplarına aktardığı iddia edildi. Interpol tarafından aranmasına rağmen, Maluf, adaletten onyıllar boyunca kaçarak bir çok kıdemli kamu görevine seçildi. Bu da onun hakkında en yaygın kullanılan, yüksek oranda kamu sinizmini özetleyen şu deyim sayesindedir: "Çaldı, ama işleri de halletti." Bu söz, küresel beton endüstrisini büyük ölçüde betimleyebilir.
Paulo Maluf, Başkan Dilma Rousseff'in suçlanmasına dair bir tartışmada. Brasilia, 2016. Foto: Ueslei Marcelino/Reuters |
Ne var ki, Maluf'un Brezilya'nın en rüşvetçi adam ünü geçtiğimiz beş yıl içerisinde geniş bir ihaleye fesat karıştırma ve para aklama ağı soruşturması haline gelen Araba Yıkama Operasyonu tarafından gölgelendi. Devasa inşaat firmaları -en kayda değer olanları Odebrecht, Andrade Gutierrez ve Camargo Corrêa- bu yayılan planın merkezinde yer alıyorlardı. Plana göre politikacılar, bürokratlar ve aracılar, petrol rafineleri, Belo Monte barajı, 2014 Dünya Kupası, 2016 Olimpiyatları ve bölgedeki onlarca diğer altyapı projelerinin hayli şişirilmiş sözleşmeleri karşılığında en az 2 milyar Amerikan Doları değerinde rüşvet alacaktı. Savcılar, Odebrecht firmasının tek başına 415 politikacıya ve 26 siyasi partiye rüşvet verdiğini bildirmiştir.
Bu ifşaların sonucunda bir hükümet düşerken Brezilya'nın önceki başkanı ve Ekvador'un başkan yardımcısı şu an hapishanede. Peru başkanı istifa etmek zorunda kalmış, düzinelerce diğer siyasetçi ve idareci demir parmaklıklar ardına konulmuştu. Yolsuzluk skandalı Avrupa ve Afrika'ya da ulaşmış, Birleşik Devletler Adalet Bakanlığı bu skandalı "yabancı ülkelerin dahil olduğu tarihteki en büyük rüşvet" diye nitelemişti. O kadar büyüktü ki Maluf nihayetinde 2017'de tutuklandığında kimse kılını bile kıpırdatmamıştı.
Böylesi bir yolsuzluk sadece vergi gelirlerindeki bir hırsızlık değil, aynı zamanda çevre suçları için de bir motivasyondur. Milyarlarca ton CO2, sosyal değeri şüpheli projeler uğruna atmosfere salınmış -Belo Monte vakasında olduğu üzere- etkili yerel sakinlerin muhalefetine rağmen ve çevre lisansı veren yetkililerde derin kaygılar yaratarak sıklıkla kabul ettirilmişti.
Tehlike günden güne kendini gösterse de bu düzen kendini tekrar etmeye devam ediyor. Hindistan ve Endonezya yüksek orandaki beton gelişim aşamasına henüz yeni girdiler. Gelecek 40 yılda, dünya yüzeyinde yeni inşa edilmiş alanın ikiye katlaması bekleniyor. Bunlardan bazısını sağlık açısından fayda getirecek. Çevrebilimci Vaclav Smil, çamurlu zeminin betonla yer değiştirmesi dünyanın en fakir ülkelerindeki parazit hastalıklarını neredeyse % 80 oranında azaltabileceğini tahmin ediyor. Ne var ki, her bir beton yüklü el arabası aynı zamanda dünyayı ekolojik yıkıma daha da yaklaştırmakta.
Chatham House düşünce kuruluşunun tahminine göre, kentleşme, nüfus artışı ve iktisadi gelişim küresel çimento üretimini yıllık 4 milyar tondan 5 milyara çıkaracak. Ekonomi ve İklim üzerine Küresel Komisyonu, eğer gelişmekte olan ülkeler altyapılarını şu anki küresel seviyeye genişletirse, inşaat sektörü 2050 yılına kadar 470 gigaton karbondioksit salınımı gerçekleştireceğini söylemektedir.
Bu miktar da iklim değişimine dair Paris Anlaşmasını ihlal etmekte. Anlaşmaya göre, eğer ısınmayı 1.5 - 2 derece arasında tutma hedefine ulaşılacaksa dünyadaki her hükümetin çimento endüstrisindeki yıllık karbon salınımını 2030 yılına kadar en azından %16 oranında düşürmesi konusunda uzlaşmışlardı. Bu oran da insan refahı için gerekli olan ekosistem üzerinde ezici bir ağırlık olmaktadır.
Tehlikeler biliniyor. Chatham House tarafından yayınlanan geçen yılki rapor çimentonun üretilme biçimini yeniden düşünmeyi talep etmişti. Rapor, salınımları azaltmak için üretimde yenilenebilir maddelerin, gelişmiş enerji verimliliğin daha çok kullanılmasını, cürufların daha fazla ikame edilmesini ve en önemlisi de karbon yakalanımı ve depolanma teknolojisinin geniş çapta benimsenmesi tavsiye etmektedir. Gerçi bu teknoloji pahalıdır ve ticari ölçekte endüstride henüz kullanılmamaktadır.
Mimarlar binaları daha ince yapmanın ve mümkün olduğunda da çapraz lamine ahşap gibi diğer materyalleri kullanmanın sorunu çözeceğine inanıyor. Anthony Thistleton'a göre "beton çağı"ndan çıkmamızın ve ilk olarak bir binanın nasıl göründüğünü düşünmeyi bırakmamızın zamanı gelmiştir.
Bir mimarlık dergisine verdiği röportajda "beton güzel ve çok işlevlidir, ama ne yazık ki çevrenin niteliğini düşürmektedir. Kullandığımız her materyali ve onun geniş çaplı etkisini düşünme sorumluluğundayız."
Gelgelelim pek çok mühendis herhangi bir geçerli seçeneğin olmadığını iddia etmekte. Çelik, asfalt ve kartonpiyer, betona göre daha enerji yoğun materyallerdir. Dünyanın ormanları fazladan bir ahşap talep dalgası olmaksızın bile alarm derecesinde çoktan tükenmiş durumda.
Leed Üniversitesi yapı ve materyal profesörü Phil Purnell, dünyanın "betonda zirve" anına ulaşmasının geçmişte muhtemel olmadığını söylemiştir.
"Ham materyaller neredeyse sınırsızdır ve biz köprüler, yollar ve bir temel gerektiren herhangi bir şey yaptığımız sürece talep görecektir. Neredeyse her açıdan bütün materyaller arasında en az enerji açlığı gösteren maddedir."
Bunun yerine, var olan yapıların daha iyi idame ettirilmesini ve korunmasını, mümkün olmadığında da geridönüşümü güçlendirmeyi talep etmektedir. Günümüzde betonun çoğu çöp depolama alanına gitmekte, çakıllı kum olarak ayrıştırılarak yeniden kullanılmaktadır. Purnell, eğer levhalara tanımlama etiketleri iliştirilirse bunun materyali taleple eşleştirmeye imkan sağlar, diyerek bu işlemin daha verimli yapılabileceğini söylemiştir. Leeds'teki meslektaşları Portland çimentosuna seçenek oluşturacak keşifler yapıyorlar. Dediklerine göre, farklı karışımlar karbon ayak izini üçte ikiye varan oranda azaltabilir.
Muhtemelen hala daha önemli olansa akıl yapımızı gelişimsel bir modelden uzaklaştırıp inşa edilmiş doğa yerine yaşam alanlarının, bilgi temelli ekonomiler yerine de doğa temelli kültürlerin geçtiği bir değişim yaşamaktır. Bu da beton üzerine kurulmuş iktidar yapılarıyla mücadele etmeyi ve de verimliliğin, gelişim için katılaşmaya nazaran daha güvenilir bir temel olduğunu fark etmeyi gerektirir.
*Kral Canute anekdotu için bakınız (ç.n): https://legionehistoria.wordpress.com/2019/06/13/hukumdarlarinda-siradan-insan-olduklarini-hatirlatan-ingiltere-krali-knud-ve-dalga-durdurma-hikayesi/
**beyaz fil stadyum: Yüksek meblağ ile inşa edilen, lüks ve sonrasında atıl duruma düşen stadyum. (ç.n.)
Kaynak: https://www.theguardian.com/cities/2019/feb/25/concrete-the-most-destructive-material-on-earth