20 Nisan 2018 Cuma

Kafes

 https://cdn-images-1.medium.com/max/800/1*Q2whRAEDhZYIxPwYR1UlQQ.jpeg

Buradan çıkış yoktu.

Hücresinin duvarları kalın çimento bloklarından inşa edilmişti. Devasa kapı çelikti. Taban ve tavan betondu ve hiç pencere yoktu. Hücredeki tek ışık, etrafı metalle çevrili bir lambadan geliyordu.

Hiçbir çıkış yolu yoktu ya da ona öyle görünüyordu.

Bilimsel bir deneyin parçası olmaya gönüllü olmuş, insan aklının zekasını ölçmek için de bu hücreye konulmuştu. Hücre boştu, içeri bir şey almasına izin verilmemişti. Ama hücreden kaçmak için sadece bir yolun olduğu söylenmişti. Bu yolu bulması için üç saati vardı.

Kapıyla başlamıştı. Önünde duruyordu, devasa ve griydi. Kapıdaki üç büyük menteşe duvara sıkıca sabitlenmişti, çıkartılamıyordu. Kapı, bu küçük hücre için çok büyük görünüyordu. Bir an, acaba ilk önce buraya kendisinin koyulup sonra da etrafına hücrenin duvarları mı örülmüştü, diye merak etti.

Sonunda kapıdan uzaklaşmış ve etrafına bakınmaya başlamıştı. Çimento kalıplarının gevşek olup olmadığını anlamak için bunları itmeyi denedi. Başka yere açılan bir kapak bulma ümidiyle zemini yokladı. Sonra da tavana hızlı bir bakış attı. Kalkan! Lambayı çevreleyen kalkan! Çabuk çabuk düşünmeye başladı. Aklına aniden bir çözüm gelmişti. Bu metal kalkanı bir alet olarak kullanabilirdi. İhtiyaç duyduğu bir alet! Kaçmasına yardım edecek yolu bulmuştu işte!

Kalkanın altına doğru hareketlenip yakından baktı. İyice, güçlü bir şekilde çekerse yerinden çıkartabileceğine karar verdi. Elini yukarı kaldırarak kavradı ve çekti. Maalesef kalkan tavanda takılı kalmıştı. Yeniden kavradı ve bu sefer çekerken de çevirdi. Yuvasından hareket ettiğini hissetmişti. Hazinesini heyecanla ve sıkıca kavradığında ise yere kapaklanıverdi.

Kalkanın şekli bir koniye benziyordu ve üç uzun metal diş tavana sabitlenmişti. Bu dişler keskindi, ama çelik, beton ya da çimento üzerinde kesikler oluşturabilecek kadar güçlü değillerdi.

Ümitsizliğe düştüğünü hissetti. Bir alet olarak kalkanın yararını görememişti. Burdan kurtulması için ihtiyaç duyduğu bu kalkan değildi.

Sonra aklına parlak bir fikir geldi. Kalkanın metal dişlerinin çelik kapıyı, beton zemini ya da duvardaki çimento bloklarını kesemeyeceği doğruydu. Ama bu dişliler, çimento blokları yerinde tutan harcı delecek yeterli kuvvette olabilirdi. Dişlerden birini çekip çıkardı ve harcı sıkıca kazmaya başladı. Harç, parçalara ayrılıp toza dönüşüyordu. Fikri işe yaramıştı. Eğer yeterince harcı sökerse birkaç çimento bloğunu gevşetebilecek, sonra da onları dışarıya doğru itekleyip kaçabilecekti.
Kapıya yakın iki bloğu seçip azimle ve var gücüyle çalışmaya koyuldu. Dişi düzenli bir hat boyunca saplayarak çimentoyu deliyordu. İhtiyaç duyduğu işte bu dişti. Kaçabileceğinden şimdi emindi. Ne var ki metal dişi aniden dikkatsizce çevirince kullanışsız iki parçaya ayrılmıştı.

İlkin başından aşağı kaynar sular dökülmüşçesine sarsılmış, sonra kalkanın iki dişi daha olduğunu hatırlamıştı. Diğer dişi yerinden söküp çalışmaya kaldığı yerden devam etti. Daha dikkatli olmaya karar vermişti -hiçbir şey yanlış gitmemeliydi. Hala çokça zamanı vardı.

Kısa sürede üç-beş santim harcı delmişti. Ama çimento bloklarının tırtıklı yüzeyi parmak boğumlarının derisini yırtmıştı. Ellerinde acı verici bir çok kesik vardı, kanıyordu. Sırtı ve omuzları aynı şekilde çalışmaktan kasılmıştı. Canı yanıyor, harcın tozu gözlerine ve boğazına kaçıyordu. Çalışması yavaşlamıştı, gittikçe de yavaşlıyordu.

Birden bire ikinci diş de kırıldı.

Bir an, bu bahaneye sığınıp çalışmayı durdurdu. Gelgelelim başarısızlık düşüncesi onu işe geri döndürmüştü. Üçüncü dişi de söktü. Bu son dişti. Çalışmaya geri koyuldu. Kaybetmeyi sevmeyen bir adamdı -kazanmak zorundaydı.

İş yavaşlamış, ellerindeki acıya, omuzlarındaki ağrıya duyarsız kalmıştı. Parmakları üstünkörü hareket ediyor, duvara karşı saldırısında gittikçe güçten düşüyordu.
Harcı yeterince kazımış ve nihayet parçalayabilmişti. Artık, çimento blokları arasından ışığı görebiliyordu.

Yeni bir enerji patlamasıyla harcın geri kalanını da unufak etmişti. Elbette bir çıkış yolu vardı. Ona ulaşmştı, değil mi? Zeka dolu bir aklın her problemin üstesinden geleceğini ispatlamıştı. İşte böyle başarmıştı -kendi zekasıyla.

Tam da bu anda üçüncü diş de elinde kırılıvermişti.

Artık, bir işlevi olmayan parçalara bakakalmış, sonra da gözü dönmüşçesine duvarı yumruklamaya başlamıştı.

Arkasındaki hücrenin kapısı yavaşça açıldı. Zamanı kalmamış, deneydeki rolü sona ermişti.

Deneyden ya da kaçış planından konuşmasına izin verilmedi. Ama neredeyse kaçabilirdi, hatta kaçmak üzereydi, buna emindi.

Aslında, kaçmaya yaklaşamamıştı bile.

Ampülün etrafını saran kalkan sadece ışığın bir gölgeliği olarak konulmuştu. Metal dişlerin bir alet olarak kullanılması düşünülmemişti.

Adam zekiydi, ne var ki zekası onu asıl hedefinden uzaklaştırmıştı. Eğer kalkanı bir alet olarak kullanmakta bu kadar acele etmeseydi, eğer bütün zamanını harcı unufak etmekle geçirmeseydi ve eğer hücreyi araştırmayı bırakmamış olsaydı, gerçek çıkış yolunu bulabilirdi. Girdiği gibi kolayca çıkabileceğini keşfedebilirdi.

Çünkü devasa kapı hiç kilitlenmemişti.

Yazar: Martin Raim
Çeviren: Engin Noyan

19 Nisan 2018 Perşembe

Hoşça Uç, Arkadaşım…



Kimi zaman hayatımızda gerçekleşenlerin anlatmaya değer bir hikayesi var görünür. Bunları, gerçek ve canlı bir rüyanın parçaları olarak hatırlarız.

Birazdan size anlatacaklarım benim başıma gelmişti. Her şey, Porto Riko’nun ortasında uzanan yeşil dağlar arasında yer alan Barranquitas’ta, sevgi dolu, güzel bir kasabada başladı.

Saat öğleden sonra biri gösteriyordu ve hava serindi, gerçi Temmuz ayına çoktan girmiştik. Bir arkadaşımın arabasındaydım, kasabadaki işimizden dönüyorduk. Kasabanın çıkışında, yeşil dağı tırmanmaya başlayacağımız yolun başlagıcında erkek bir çocuk bize işaret etmiş, arkadaşım da arabayı durdurmuştu. Çocuk, elini uzatıp “İki yavru doğan! Her biri bir peso!” dedi. Saman yuvadaki korkmuş haldeki iki yavru kuş belki de içinden çıktıkları kuşun aynısıydılar. Henüz tüyleri bitmemiş, derisi ise çok ince, neredeyse şeffaftı. Kalpleri öyle güçlü atıyordu ki göğüslerinden çıkacak gibiydi.

Her ikisini de satın alıp birini arkadaşıma vermiştim. Korktuklarını bilsem de bu iki kuş bir gün büyüyecek ve gökyüzüne kanatlanmak isteyeceklerdi.

Yolun kalanında arkadaşımla kuşlara dair konuşmuştuk. Doğan, guaraguao* ile akrabadır ve ona çokça benzer. Porto Riko’nun kırsal alanında yaşayan doğanlar, en ılıman dağları tercih eder. Dağ çamuru renkli tüyleri siyah beneklidir. Güçlü pençeleriyle tuzak kurdukları küçük kertenkeleleri ve böcekleri yiyen bu kuşlar eşleriyle birlikte uçmayı severler.

Rio Piedras kasabası, Las Lomas konut gelişim bölgesindeki evime vardığımda ufak, şeffaf kuşu küçük bir tel kafese koyup odamdaki masanın üzerine yerleştirmiştim. Günler geçtikçe beyazımsı büyük lekeleri duvarda, sandalyede ve yatağın bazı kısımlarında fark ediyordum. Kuş büyümeye başlamıştı. Küçük kafes ona dar geldiğinden etrafındaki her şeyi kirletiyordu. Daha büyük bir kafes yaparak onu bundan sonra kalacağı bahçe avlusuna koymalıydım.

Haftalar çok yavaş geçmişti. Çamur renkli tüyleri görünmeye başlamış, bir çocuğun büyümesi gibi vücudu yavaşça şekil almıştı. Dikkatimi her hafta küçük farklılıklar çekiyordu. Yaşayan bir şeyin, örneğin bir tavşanın, bir köpeğin, küçük bir kuşun, diktiğimiz bir ağacın büyüdüğünü görmek bizi duygulandırır. Eğer görmeyi ve çevremizdeki canlıları hissetmeyi öğrenirsek hepimiz bu büyük keyfin tadını çıkarabiliriz.

Aylar geçmiş, avludaki kafes kısa sürede yakışıklı bir doğana yuva olmuştu. Ama sonradan bir tuhaflık dikkatimi çekmişti: gözlerindeki yorgun bakış vahşi doğasıyla uyumsuzdu. Keskin çığlıkları çok geçmeden bitmeyen bir şikayet haline gelmişti. Çığlıkları, büyüdüğü kafesin adeta çok küçük olduğunu söylüyordu. Mesaj açıktı: daha fazla bu tutsaklığa dayanamazdı; gözlerinin yeşil ağaçlara, mavi esintilere, ışıklar içinde bir dünyaya ihtiyacı vardı.

Aynı günün öğleden sonrasında, arkadaşına yardım elini uzatan biri gibi kafesini açtım. Şaşırmıştı, etrafında dört dönmeye başladı. Onun için yeni bir durum olduğundan o an ne yapacağını bilememiş, ben de kafesinden elimle çıkarmak zorunda kalmıştım. Korkmuş ve titreyen pençeleriyle beni sımsıkı kavramıştı. Sonradan onu havaya salınca komşu çiftlikteki ekmekağacının çatalına tüneyecek kısalıkta bir süre uçmuş, akşam vakti gölgeler biraraya gelinceye kadar uzun bir zaman orada kalmıştı.

Gece, küçük yeni ışıklarla dolu büyük siyah kanatlı bir kuş gibiydi. Yeni bir dünyaya kanat çırpan doğanı düşünüyordum. Onun için, o anda, yıldızlar ve ateş böceklerinin yaktığı yeni bir özgürlük, küstüm otu çiçeğinin sade kokusuyla başlamıştı.
Bir sonraki şafak vakti, doğanın ağaçlardaki çığlığı ve kanatlarından çıkan patırtı beni uyandırmıştı. Aç olmalıydı. O, hala tek başına nasıl avlanacağını bilmeyen bir avcıydı.

Yataktan kalkarak buzdolabına gidip bir et parçası almıştım. Çiftliğe giden yola doğru yürüyüp bir ağacın tepesine tünemiş doğanı gözetlemeye başlamıştım. Beni görünce alttaki dallara hareketlenmeye başladı. Bana dikkatle bakıyor, terastaki kafes için özgürlüğünü takas etmek istemiyor görünüyordu. Elimi yavaşça uzatarak özgürlüğünün garantide olduğunu bilmesine imkan tanımıştım. Soğuk seher vakti büyük kanatlarını açarak mahirane bir şekilde en alttaki dallarda dengesini koruyordu. Eti kaptığı gibi çiftliğin uzun çam ağaçlarından birine doğru hızla uçtu. Onu sevinç ve hüzün içerisinde izlemiştim. Üzgündüm, çünkü onu kısa süre sonra bir daha göremeyecektim; sevinçliydim, çünkü yeni keşfettiği yeşil dünyada şimdiden çok mutluydu.

O andan sonra, arkadaşım günde üç defa yemeye karar vermişti, tıpkı hepimiz gibi. En uzun çam ağacından üç kez inecekti: sabah, öğle ve gün batımında. Bir parça eti sevgi dolu bir şekilde elimle sunuyordum. Yukarıdan eti görünce aniden fırlatılmış bir ok gibi saldırmak için kendini hazırlıyordu.

Sonra da koluma tünemişti. Güçlü pençeleriyle beni çizmemeye dikkat ediyordu. Gagasıyla eti yakalayarak yeniden havalanmıştı. Bu her gün oldu. Tanınmaya başlayınca pek çok insan onu görmeye gelmişti. Avcı bir kuş ile bir insan arasındaki arkadaşlık pek az gördüğümüz bir şeydir.

Öğleden sonra eğlenceli bir şey oldu. Ona günlük yemeğini sunduğum an o kadar hızla indi ki koluma konamadı. Başım üzerinde kanatlarını telaşla çırpıyor, vücudunu dengeleme çabasıyla pençelerini başıma geçirdiğini hissediyordum. Korkmamıştım, çünkü arkadaşımın beni incitmemek için içten bir çaba sergilediğinin farkındaydım. Her şeye rağmen kolumu uzatıp yemeğini sunabildim. Yemeği kaptığı gibi onu hışırdayarak bekleyen yeşil ağaçlara doğru geri döndü.
Yemek için günde sadece iki defa geldiğini fark ettiğimde şaşırmış, çok kaygılanmıştım. Sonradan, ona aynı renkten bir arkadaşının gökyüzünde eşlik ettiğini gördüğümde ne olduğunu anlamıştım. Dişi bir arkadaşı vardı ve onla avlanmayı öğreniyordu.

Kısa süre sonra günde sadece bir kez gelmeye başladı. Arkadaşı, çam ağacının alt dallarından birinde onu bekliyordu. Artık şüpheye gerek yoktu: yemek için ne yapması gerektiğini çoktan öğrenmişti ve şimdi gerçek anlamda özgürdü. Şu an düşünüyorum da sadece beni görmek ve hoşça kal demek için birşeyler yemeye gelmiş.

Sonraları, ziyaretleri düzenliliğini kaybetti. Beni ziyaret etmeyi bıraktığı gün önceki birkaç günde bana gerçekten elveda dediğini anladım. Arkadaşım, günlük çabasıyla günbegün kazandığı özgürlüğü sevmeyi öğrenmişti. Bunun onun için kolay olmadığını tahmin ediyorum, ama nihayetinde metal kafesin parmaklıklarından çok daha mutlu olmuş olmalı.

Hoşça uç, arkadaşım… Gökyüzünden, ağaçlardan ve yuvalardan bir arkadaşa sahip olabilmeyi anlamamı sağladın. Hayvanların da bilinmeyenden korkabildiklerini, özgür olmak için hala çabaladıklarını ve öğrendiklerini öğrendim. Seni her zaman senle tanıştığım dağların, kanat çırptığın gökyüzünün, şafak vaktinin ve gün batımının bir parçası olarak hatırlayacağım.

*guaraguao: kırmızı kuyruklu şahin

Wenceslao Serra Deliz
Çeviri: Engin Noyan

11 Nisan 2018 Çarşamba

Trump Dünyasında İtaatsizlik İhtiyacı



1946 yılındaki Nuremberg Duruşmalarından bir oturum. Duruşmalarda verilen karara göre yasa dışı bir talimata itaat etmek kişiyi suçun sorumluluğundan muaf tutmaz.
Köpekleri tutkuyla seven insanlar bu hayatta birbirlerini bulma eğilimi taşır, çünkü insanlığın geri kalanı, en nihayetinde, şüphelidir. Son zamanlarda yaptığım uzun bir uçuşta, bir hanımefendiyle köpeklere dair koyu bir sohbete daldık. Konuşmamız, itaatsizlik hakkında bir diyaloğa ve dünyanın şu an buna duyduğu ihtiyaca dönmüştü.

Devasa bir güç, ağız dalaşını seven ve ani karar verip değiştiren kişilerde toplandığında, bugünkü Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu üzere, bu güce tabi olanların itaat etmeme istekleri kritik bir hal alır. “Befehl ist befehl” -emir emirdir- Alman ilkesi, Nazilerin endüstriyel bir kitlesel katliam yapmalarını mümkün kılmıştı.

Geçenlerde tanıştığım bir kadın, evcil köpeğini rehber bir köpek olması için eğitim aldırmaya başlamış. Köpek, itaatsizliği öğrenmeye adanan eğitim aşamasına kadar pek iyi bir performans sergilemiş. Eğer görme engelli bir kişiye yol gösteren eğitimli bir köpeğin aldığı komutlar onları bir araba yoluna ve ya metro raylarına götürüyorsa ya da bir tehlikeye davetiye çıkartıyorsa bu komutları reddetmesi gerekir.

Köpeği, eğitimin bu aşamasında başarısız olup depresyona girmiş. Köpekler doğuştan oyuncudurlar. Onları neşesiz görmek zordur. Köpek tutkunları için geniş bir konu olan köpeğe duyulan üzüntüden konuştuk.

Lakin köpeğin bu başarısızlık hikayesi aynı zamanda insanın içini rahatlatıyor, çünkü itaatsizliğin boyun eğmekten daha yüksek bir bilişsel yetenek olduğu izlenimi uyandırıyor, ne kadar da gerekli olabileceğini doğruluyordu. (Endişe verici şeylerden biri de erkek arıların itaatsizlik etmeyecek olmalarıdır.)

N. J. Morristown’daki “The Seeing Eye” (Gören Göz) başkanı Jim Kutsch, görme engelliler için eğitimli rehber köpek eğitimi veren en eski organizasyonun başkanı olarak geçenlerde bana şunu anlattı: “Diğer bütün durumlarda, insan köpeğe bir komut verir ve köpekten de bu komuta itaat etmesi beklenir. Gören Göz köpek durumunda ise köpek aldığı komutun anlamlı olup olmadığına karar vermesi gerekir. Köpek sabit durmalı ve ya sola ya da sağa dönmeli ve beni beladan uzak tutmalıdır.”
Aylarca süren eğitimlerde köpeklere, komutlara itaat etmelerinden ziyade problem çözmeleri öğretilir. Sapmaz bir halde boyun eğmenin korkutucu sonuçları gösterilir. Kutsch’un belirttiği üzere, elbette “Köpeğin zeki bir şekilde itaatsizlik etmesi için ciddi bir neden olmak zorundadır.”

Dünya, 20. yüzyılın ilk yarısını uygarlığı koruma amacıyla itaatsizliğin ahlaki ve yasal merkeziliğini öğrenerek geçirmiştir. Başkan Trump bir ara Amerika Birleşik Devletlerin hedefe “kitlenmiş ve dolu” olduğunu, nükleer bir cazibeye ihanet ederek söylediğinde hukuku küçümsemiş, belirli bir sırada olması gereken bir hatırlatmayı zikrederek Amerika’nın gücünü her şeyden önce Amerikan askeri gücüyle eşitlemiştir.

20. yüzyılın ilk zamanlarında “Führerprinzip” (Lider İlkesi) geniş bir etkiye sahipti. Bu ilke, neyin doğru-yanlış olduğuyla ilgili lidere mutlak itaati emreder. I. Dünya Savaşı esnasında “Dover Castle” isimli bir hastahane-gemisinin batırılmasından sorumlu tutulan Alman denizaltısının kaptanı Karl Neumann, 1921 yılında Alman Yüksek Mahkemesi tarafından beraat ettirilmişti. Yüksek Mahkeme, bir astın üstlerinin talimatlarına uymakla yükümlü olduğu ilkesini bütün medeni ulusların tanıdığını belirtmişti.

Bu sözler Auschwitz’in yolunu hazırlamıştır. Almanya’nın itaatsizliği onurlandırmasının üzerinden epey zaman geçti. 1998–2001 yılları arasında Almanya’da muhabirlik yaparken Anton Schmid olarak yeniden adlandırılan askeri üsteki törene katılmıştım. Anton Schmid, Vilnius gettosundaki Yahudilere yönelik Nazi zulmüyle karşılaştığında emirlere itaat etmeyen bir Hitler askeriydi.
Schmid, 1942 yılında tutuklanıp idam edilmeden önce 250'den fazla Yahudinin hayatını kurtarmıştı. Eşi Stefi’ye gönderdiği son mektubunda ise “Ben sadece bir insan olarak davrandım” diye yazmış.

Maalesef insanlar tamamen Nazi ölüm kampında tarihe karıştı. Mektubunda yazdığı “sadece” yanlış bir kelimeydi. “Eşsiz” daha doğru olurdu. Sadece insan olmak müstesna olabilir.

Savaş sonrası Nuremberg Duruşmalarında, yasa dışı bir emre itaat etmek kişinin suça ilişkin sorumluluğunu aklamaz düşüncesi belirlenmiştir. O zamanda itibaren bu düşünce uluslararası suç hukukunun öz ilkesi olmuştur. Alenen hukuk dışı komutlar -soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar- emredilmiş bile olsa bunlara karşı koyulmalıdır. Örneğin, İşkence Karşıtı Sözleşme “üst bir rütbelinin ya da kamusal bir otoritenin verdiği bir talimatın işkenceye meşruluk kazandıramayacağını” şart koşar. (Trump göreve geldiğinde işkencenin işe yarayacağını düşünmüş, ama komutanlara bu düşüncesini çiğnemelerine izin vereceğini söylemişti.) Almanya şu an, barbarlığa direniş göstermede içsel bir ahlaki pusulayı (“innere Führung”) öğretiyor.

Dünya, Trump’a güvenmiyor. İngilizlerin çoğu onu serseri bir mayın olarak görürken pek çok Alman ise en iyi ihtimalle bir şaka olarak görüp ona değer vermiyor. Kuzey Kore’ye dair niyetleri Asya’da korku uyandırıyor. Bu yüzden, geçen ay [Kasım 2017, ç.n]Hava Kuvvetleri Generali ve Birleşik Devletler Stratejik Kumanda komutanı olan John Hyten’ın başkomutan Trump’tan alacağı nükleer silahların ateşlenmesine dair hukuk dışı bir emire uymayacağını söylediğini duymak güven vericiydi.

“Eğer bu yasa dışıysa ne olacağını tahmin edin. Sayın Başkan, bu yasa dışıdır, diyeceğim.”

Dünya böylesi bir uçurumdan da atlayabilir. İtaatsizlik, insanlık ve Armageddon (Mahşer) arasında yer tutabilir. İhtiyaç duyduğumuz son şey herkesin saygıyla selam durmasıdır. Bir köpek işte bunu biliyor. Alabama, Trump’a itaatsizlik ederken de bunu biliyordu.

Roger Cohen
Çeviri: Engin Noyan